YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ
EĞİTİM FAKÜLTESİ
FEN BİLGİSİ ÖĞRETMENLİĞİ LİSANS
PROGRAMI
JEAN-JACQUES ROUSSEAU / EMİLE
SINIF YÖNETİMİ DERSİ
Yrd.
Doç. Dr. ÇETİN ERDOĞAN
Ekim
15
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ…………………………………………………………………………………………1
JEAN-JACQUES ROUSSEA HAYATI
VE ESERLERİ……………………………………1
BİRİNCİ BÖLÜM
EMİLE YA DA ÇOCUK EĞİTİMİ
ÜZERİNE……………………………………………...6
İKİNCİ BÖLÜM
ÇOCUK MORAL EĞİTİMİ…………………………………………………………………8
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ON İKİ – ON BEŞ YAŞLARINDA
BİR ÇOCUK ………………………………………….9
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
YETİŞKİNLİK – DİNSEL
EĞİTİM…………………………………………………………10
BEŞİNCİ BÖLÜM
SOPHİE VEYA
KADIN…………...…………………………………………………………11
SONUÇ……………………………………………………………………………………….12
KAYNAKÇA…………………………………………………………………………………13
GİRİŞ
Jean-Jacques Rousseau’nun annesiz bir
hayat yaşamasının bu eseri vermesinde önemli bir etken olduğunu düşünüyorum.
Zaten eserlerinde annesini kaybedişini “İlk Büyük Talihsizliği” olarak
adlandırmaktadır. Emile eserinin çıkış noktası doğadır. İncelediğimiz bu eserde
günümüz şartlarında da devam eden eğitim sistemini sorgulamaktadır. Bu eseri ve
eserde savunduğu düşünceleri nedeni ile de mahkum edilmiştir. Yazar bu eserinde
hayali bir karakter olan Emile üzerinden kendisine göre doğru eğitim anlayışını
anlatmaktadır. İyi bir insan yetiştirebilmek için nasıl davranılması ve neler
yapılması gerektiğini, yeri geldiğinde örneklerle açıklamaktadır. Şüphesiz ki
yazar Emile karakterini toplumdan biri yani gerçek bir kişi yerine tüzel bir
kişi seçmeyi, toplumdan tamamen dışlanmamak ya da o dönemde fikirlerini
dinletebilmek, doğru eğitim anlayışını engellenmeden, yasaklanmadan anlatmak
için seçmiştir ama ne yazık ki bu onun mahkum edilmesini engellememiştir. [ 1 ]
JEAN-JACQUES
ROUSSEAU HAYATI VE ESERLERİ
Jean-Jacques
Rousseau 1712-1778 yılları arasında yaşamış, İsviçre’nin Cenevre kentinde
dünyaya gelmiştir. Görüş ve düşünceleri ile Fransız Devrimini etkileyen bir
yazar ve filozoftur. Rousseau’nun ileri görüşlü bir yazar olduğunu çok rahat söyleyebiliriz.
Annesi hayatta olmadığı için eğitiminin büyük bir kısmı ile babası
ilgilenmiştir. Emile eserinde de bir çocuğun annesiz büyümesinin sakıncaları ve
doğurduğu sonuçları açıkça ifade eder. Fransız yazar Jean-Jacques Rousseau
fikirleri nedeniyle sürekli dışlanan biri olmuştur. Kötü bir çocukluk geçiren
yazar teyzesi ile evlenmiş daha sonra da Cenevre’den İtalya’ya kaçmıştır. Burada
maddi açıdan rahatlayıp sanat ve edebiyatla ilgilenmiş ve daha sonra da Paris’e
gitmiştir. Burada bir hizmetliye aşık olmuş ve eşiyle beş çocuk dünyaya
getirmiştir. Fakat bu çocuklarını da
Foundling Hospital ‘e yani yetimler evine vermiştir. Güçlü bir siyasi
yanı olan Rousseau egemenliğin halka ait olduğunu, bir yasa konulacaksa bütün
halkın bu yasalar önünde eşit olması gerektiği ilkelerini savunduğundan dolayı
demokratik bir yazardır diyebiliriz. En önemli eserleri kronolojik sıraya göre;
ü Bilimler
ve Sanatlar Üstüne Söylev (1750)
ü Tiyatro
Oyunları Üstüne d’Alambert’e Mektup (1758)
ü İnsanlar
Arasındaki Eşitsizliğin Temeli Ve Kökenleri (1758)
ü Julie
ya da Yeni Helonise (1761)
ü Toplum
Sözleşmesi (1762)
ü İtiraflar
(1765) [ 1 ]
BİRİNCİ
BÖLÜM
EMİLE
YA DA ÇOCUK EĞİTİMİ ÜZERİNE
Jean-Jacques Rousseau her çocuğun bir
eğitmeni olması gerektiği ve eğitmen ile öğrenci arasına kimsenin girmemesi
gerektiğini savunmuştur. Eğer bir çocuk eğitmensiz -ki bu eğitmen anne de
olabilir – yetişirse kötü sonuçlar doğurabilir demektedir. Öyle ki “Bugün olduğu gibi eğer insan kaderiyle baş
başa bırakılırsa, her zamankinden daha bozulmuş hale gelebilir. “ [2 / s. 20] Yazar öğrencisini yalnız yetiştirmek
istediğinden de sürekli bahsediyor.
Eserde yazar eğitimcinin üç temel görevi olduğunu söylüyor. Bunlar;
·
Çocuğu Korumak
·
Çocuğu Gözlemlemek
·
Çocuğu İzlemek
Bireyin eğitiminde üç temel öğenin olduğunu
savunur. Bunlar doğa, eğitim ve deneyimdir. Burada insan eğitimine hakim
olduğumuzu, çevrenin eğitimi yani deneyimde de kısmen bizimle ilgili olduğunu
fakat doğanın tamamen bizimle ilgisi olmadığını söyler.İnsan eğer eğitilmek
isterse başarılı olabilir. İnsanın doğa ile uyumlu olması gerektiğini, doğanın
insanı yetiştireceğini ve eğer insan kendisi için değil de başkaları için
eğitilecek olursa uyumun olmayacağından bahsetmektedir. Burada çok önemli bir
noktaya değinmektedir. “ Buna göre, insan
mı yoksa yurttaş mı yetiştireceğimize karar vermeliyiz. Zira aynı anda ikisini
birden yapmamız olanaksızdır. “[2 /
s. 23] Doğal insan kendi kendine
zaten yeten insandır. Bireyin ilgisi ve yeteneği neredeyse orada hayatına devam
edecektir. Burada yazar belirli bir amaca hizmet eden bireyler yetiştirilmemesi
gerektiğini vurguluyor. Şüphesiz ki insan düşünebilen bir varlıktır ve amacımız
da robot yetiştirmek değil mutlu birey yetiştirmektir.
Sanırım kitabı eleştirecek olsam bu
Jean-Jacques Rousseau’nun Platon hakkındaki düşünceleri olurdu. Yazar Platon
hakkında şöyle diyor. ‘Platon, insanın gönlünü arındırırdı.’ Platon yaşadığı
dönemde sanatı, özellikle de tiyatroyu tehlikeli buluyor. “ Sanat taklittir, idealar dünyasını aydınlatmaz. “ / “ Sanat
dizginlenmesi gereken heyecanları uyandırır. “ [3] Diyor. Eğitimde yaşayarak öğrenmeyi yani
dramatik eğitimi bu kadar desteklerken, Platon hakkındaki bu düşüncesi oldukça
ilgi çekici.
Yazar siyasi bakış açısını az da olsa bu
kitabında göstermiştir. Sık sık bir yurttaştan çok bir insan daha doğrusu iyi
bir insan yetiştirmenin gerekliliğinden bahsetmiştir. “ Kendimiz ve başkaları için iyi birer insan olamadan göçüp gidiyoruz.
“[2 / s. 25] Görüldüğü gibi yazar evrendeki
nihai amacımızın iyi bir insan yetiştirmek olduğuna dikkat çekiyor.
Yine yazar eğitimin yararlı olmasını iki
koşula bağlıyor. Bunlar ;
·
Talih
·
Anne babanın yeteneği
İyi bir talihi, iyi bir eğitimci ile
karşılaşma olasılığı ile bağdaşlaştırabiliriz. Anne ve babanın yeteneği ise şu
yönde çocuğu etkilemektedir. İnsanlığı araştıran, yaşamın iyiliklerini /
kötülüklerini ve bunlara nasıl katlanmasını bilen bir aile az çok yeteneklidir
diyebiliriz.
Eserin ana fikri yirminci sayfalarda
ortaya çıkıyor. Yazar bundan sonra bol bol ailelere seslenmektedir. Ailelerin,
çocuklarının yaşamasına engel olduklarından, onların ölmemesi için önlemler
alınmamasından ki zaten elbet bir gün öleceklerinden, onların ölmesini
engellemekten çok yaşatılması yani yeteneklerinin farkına varılması ve
geleceğinin buna göre yönlendirilmesinden bahsediyor. Şu bölümlerden bunu çok
rahat anlayabiliriz. “ Yaşamak demek,
nefes almak değildir. Daha fazla yaşayan insan, çok yıllar yaşayan insan değil,
yaşamı en iyi duyumsayan insandır. “[2 /
s. 27] Aslında bedensel acıların
değil, ruhsal acıların ümitsizliği yarattığını ve ümitsizliğin de tedavi
edilemediğinden bahsediyor. Doğanın çocukları sürekli eğittiğini ve çocukların
acıyı öğrenmesini gerektiğini, eğer yaşamdan yaralanırsa yaşamla mücadele
edebileceğini söylüyor.
Aslında özgürlüğü kısıtlayan çalışmaların
bebeklik döneminden itibaren bahsedildiğini anlatıyor yazar bize. Bebeklerin
ilk doğduğu anda kendilerine zarar vermemeleri için gerekçesiyle kundaklanması
geleneğine karşı çıkıyor. Çocuğun organlarına baskı yapılmasının bilimsel
açıdan değerlendiriyor. Kundaklanmanın bebeğin kan ve su akışını
güçleştirdiğini ve çocuğun gelişimini engellediğini hatta daha da kötüsü
kundaklanan bebeklerin, kundaklanmayanlara oranla daha kambur, topal, kemik
hastalıkları olan, boğuk, kısa bacaklı insanların ortaya çıkmasına neden
olduğunu söylüyor. Hatta bebeklerin bu kısıtlamalara olan tepkisini o
zamanlarda sahip olduğu tek vücut dili olan ağlama ile karşılık verdiğini de.
Jean-Jacques Rousseau sağlıklı olmayan bir çocukla ilgilenmeyi vakit kaybı
olarak görüyor. Bunu da şu cümlelerinden anlayabiliriz. “ Seksen yaşına kadar yaşasa da, hastalıklı bir çocuğun bakımını
üstlenmem. Kendini korumakla zaman geçiren,kendine ve başkalarına yararı
olmayan,bedeni ruhsal eğitimine ket vuran bir öğrenciyi asla
istemiyorum.Toplumun kaybını arttırmaktan, bir insan yerine iki insan
ayırmaktan, onun için boşa zaman harcamaktan başka ne yapmış olabilirim? “[2
/ s. 28] Oysaki her çocuğun toplumda özel bir yeri olmalı,
her öğrenci için yetiştirilen özel öğretmenler olmalı. Eğer çocuklar hasta
olursa doktora gitmeyi de çok zor durumda kalmadıkça onaylamıyor. Doktorların
bireylere ölüm korkusunu aşıladığını, yaşamı uzatmaktan çok yıprattığını
söylüyor.
Eserde sağlıklı bir anne-baba-çocuk
ilişkisi olmasından sıkça bahsediliyor. Bunu yazarın şu cümlelerinden
anlayabiliriz. “Ev, yalnızlık abidesi
haline geldiyse, başka yere çekip gitme zamanı geldi, demektir.’ [2 / s. 30] Hala çağımızda da geçerliliğini koruyan bir
cümle. Birçok öğrenci ailesinden kurtulmak için üniversiteye gidiyor ya da uzak
bir yerlerde okumayı tercih ediyor. Para ile anne ve baba alınamayacağını,
sevginin öz anne ve babadan alınması gerektiğini vurguluyor. Anne ve babanın
birden fazla çocuğu var ise her çocuğa aynı sevgiyi göstermesi gerektiğini,
çocukları arasında ayrımcılık yapmaması gerektiğini söylüyor.
“Kadınlar anne olabilseydi, erkekler
çoktan koca olurdu.“ [2 /
s. 30] Bu ve bunun gibi birçok cümleye sahip yazar. İyi bir birey
yetiştirebilmenin şartını, iyi bir anneye sahip olunmasıyla ilgili olduğunu
açıklıyor. Fakat bu kadınları toplumdan soyutlamak daha doğrusu kadınların
çalışmasını engelleyen düşünceler olduğunu mu söylüyor acaba yazar bize ..?
Bunu kitabın son bölümlerinde daha net görebiliriz.
Çocukları eğiten bireylerin hem bilge hem
de genç olmasının gerekliliğini görüyoruz. Hatta hem dahi olması hem de çocuk
ile aynı yaşta olması gerekiyor da diyebiliriz şartlar el verdikçe. Öğrencinin
güvenini daha iyi kazanmak, nelerden hoşlanıp hoşlanmadığını belirlemek onunla
arkadaşlık etmekle mümkündür.
Günümüzde de sık sık gündeme gelen bir
konudan da bahsetmiş yazar bu eserde. Öğretmenin öğrenci seçebilme
özgürlüğünden. Öğretmen öğrenci arasında
o kadar iyi bir bağ olmalı ki birbirlerinden bıksalar bile birbirlerini
sevecekleri, birbirlerinin kıymetini bilecekleri bir bağdan bahsediyor.
İKİNCİ
BÖLÜM
ÇOCUK
MORAL EĞİTİMİ
Jean-Jacques Rousseau Emile için en önemli
şeylerden birinin de acı çekmek olduğunu söylüyor. Tek bir farkla bunu
söylüyor, bu da “Çocuğun acıya
dayanabilir nitelikte olması”. [2 /
s. 53] Yazarın neden bunu söylediğini düşündüğüm zaman aklıma Şükrü
Erbaş’ın sözleri geliyor. “ Acıyı
görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek kederin işleyip
yaralamadığı bir insan, mutluluktan, umuttan sevinçten ne anlar? Göğü görmeden,
denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu ? “ [4 ] Zaten özgürlüğün
iyi tarafı da bu değil midir ? Birçok yarayla mutlu olmak. Çocukların acı
çekmelerini azaltan tek bir olay olduğunu söylüyor yazar. Bu da güçlü olmaktır.
Yani kendi kendine yetmek de diyebiliriz.
Yazar sık sık asıl amacımızın iyi bir
insan yetiştirmek olduğunu söylüyor. İyi bir insan yetiştiren insan olmanın ilk
davranışının da sevecen olması gerektiğini söylüyor. Fakat çok ince bir ayrıma
da parmak basmadan geçmiyor. Çocuğunuzun her istediğini yapmayın diyor yazar,
gelecekte her istediklerine ulaşamayacaklarını anlatmak için. Ve çocuğun
istediği için değil sadece ihtiyacı olduğu için bir şeylere sahip olması
gerekir diyor. Ve bunu bir bakla örneğiyle açıklıyor. Emile bir bahçeye bakla
ekiyor ve her gün suluyor. Belirli bir süre sonra da emeğinin karşılığını
alıyor.
Ve yine önemli bir konu olan masalların
çocuklarını yanlış eğittiğini söylüyor. Bunu şu sözleri ile anlayabiliriz. “ Öğretilen masalların içerdiği benzetmeler,
çocukları eğlendiriyor ama yanıltıyor da. Art niyetli kullanılmaya
elverişlidir. Anlatımları yalan üzerine kurulmuştur. Benzetmeler arkasında
gizlenen gerçekler kaybolmaktadır. Böyle olunca da çocuklar bundan
yararlanmaz.” [2 / s. 77] Masalların sadece yetişkinleri eğitebileceğini
ve yetişkinler tarafından anlaşılabileceğinden bahsediyor. Bir çocuğun bir
gerçeği hiçbir türlü örtülmeden öğretilmesi gerektiğini savunuyor. Yazarın bu
görüşüne katılıyorum. En basitinden bir çok çocuk tiyatrosunda oyuncular,
çocukları kelime oyunları ile, abartı bir çocukluk sergileyerek, gerçeklikten
uzaklaşarak sahneye aktarıyor oyunlarını. Eğer çocuklara bir şey öğretilecekse
neden sonuç ilişkisine dayandırılarak en açık şekilde anlatılması gerektiğini
düşünüyorum. Ve yine çocuklar her zaman kötü karakterlere iyi karakterlerden
çok daha fazla ilgi duyarlar. Bu yüzden kötü karakterlere çok da kötü
özellikler yüklememeli ya da kötü karakterinde oyunun sonunda aslında iyi bir
karakter olduğunun anlaşılmasının faydalı olacağını düşünüyorum.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
ON
İKİ- ON BEŞ YAŞLARINDA BİR ÇOCUK
Emile için önemli olan öğretim yönteminin
örnekleme olduğundan bahsediyor yazar bu bölümde sık sık. Anlaşılamayan
bilgilere doğadan örnekler vererek Emile’in algısını açıyor. Ve çocukların hata
yapmalarına izin vermemiz gerektiğinden bahsediyor yazar. Çünkü doğrular yanlış
yapılarak öğrenilir, deneyim ile. Amacımız bilimi öğretmekten önce bilimi
sevdirmek, bilimle ilgili merak uyandırmak olmalıdır, öğrencinin dersten zevk
almasını sağlamaktır. Eğer bir çocuk büyüdüğünde mutsuzsa bunda sadece çocuğun
değil eğitimcinin de suçu olduğunu söylüyor yazar. Çocuklara istedikleri işleri
yapmalarına ve seçmelerine izin vermemiz gerektiğinden bahsediyor. Yoksa servet
sahibi mutsuz insanlar ne kadar hayata tutunabilir ki ? Keşke ülkemizde de her
öğrenci hayalini kurduğu mesleği yapabilse.
Örneğin Türkiye’nin opera kültüründen
bahsetmek istiyorum. Bu zamana kadar Semiha Berksoy’dan Selva Erdener’e ünlü
opera sanatçılarının hep yabancı eserleri seslendirip oynadığını gördük.
Günümüzde Selman Ada tarafından Türk Opera eserleri sahneye konmakta ve bu
mesleği yapmak isteyen herkesin anlayabileceği bir dilde bunları
sergilemektedir. Keşke 1930’lardan bu yana ( Bkz. Özsoy Operası / İlk Türk
Opera ) [ 5 ] bu kültürümüzü daha çok geliştirebilsek ve daha çok eserler
verebilseydik. Çünkü sanatçı çok küçük yaşlarda yetişir ve ülkemizin birikimli
ve deneyimli sanatçılara ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Umarım bundan sonrası
için gelecek nesillere böyle sanatçılar ve hocalar yetiştirir, algıları açık
bir toplum oluruz. Bir çocuğun on sekiz yaşında operayla tanıştığını ve
damarlarında akan kanın oraya ait olduğunu ve aynı zamanda bunun için çok geç
olduğunu görmesinin yarattığı hayal kırıklığını bir düşünsenize ?..
Ve yine yazarın desteklediğim
bölümlerinden birine geldi sıra. Şöyle diyor sevgili Rousseau " Ona gerçeği öğretmekten çok,
hatalarını bularak her zaman kendi başına gerçekleri bulabilmesi için ne
şekilde davranacağını öğretmek söz konusudur. Onu daha iyi yetiştirmek için
hataya düşmekten kurtarmamalıdır. Gerçekleri bulalım derken, yanılgıya
düşmektense, bulmamak bizi endişeye düşürmez. İyi olmayan bir yargının
sonuçlarına katlanmaktansa, hiçbir gerçeği bulamamış olmak işimize gelir.
Bilmiyorum tümcesi ikimizin çoğu zaman yinelediğimiz ve bize hiçe mal olan çok
uygun bir tümcedir.” [2 / s. 129]. Eğer bir konu hakkında öğrencinin
hiçbir fikri yoksa “Bilmiyorum” diyebilme cesaretini göstermesinden bahsediyor
yazar. Ve yine bunu sudaki baston örneği ile çok güzel açıklıyor. Bastonun
neden kırık gözüktüğünü sorduğunda diğer öğrencilerden farklı olarak Emile’in
düşünmesini ve bilmiyorum diyebilmesini istemektedir. Emile bu cümleden ne
kadar kaçarsa kaçsın Rousseau bakalım inceleyelim diyerek farklı farklı
yöntemlerle Emile’ ye aslında bunun böyle olmadığını ve bizim bastonu neden
böyle gördüğümüze dair kafasında soru işaretleri bırakıyor. Rousseau
öğrencisinin asla yarım yamalak bilgiye sahip olmamasını ve bilmediği bir
bilgiye biliyorum dememesini istemektedir. Çünkü tam dersi durumlarda öğrenim
yanlış ve güç olacaktır. Yazar burada bize amacını şu cümlelerle açıklamış : “ Benim konum ona bilim öğretmek değildir.
Ancak gerektiğinde bunları öğrenmeyi öğretmek, değerlerini doğru olarak takdir
ettirmek, her şeyin üzerinde ona gerçeği sevdirmektir.” [2 / s. 131]
DÖRDÜNCÜ
BÖLÜM
YETİŞKİNLİK
– DİNSEL EĞİTİM
Yazar bu bölümde Emile’in yani çocuğun
yaratılıştan iyi olduğu fakat diğer insanlarla etkileşime girdiği düzeyde
kötülüğü öğrendiğini söylemektedir. Çocuklara verilen tarih eğitiminde ise
onlara hep bir savaşçı, kral vb. Büyük insanlardan hangisi olmak isteyeceği
düşüncesini aşılamakta olduğunu söylüyor. Ve Emile asla bu özellikleri
barındırmayacağını şu cümlelerle yineliyor.
” …Ancak benim Emile’ime gelince, o
kendinden başkasını seçecek bir karşılaştırma yaparsa, örneğin Socrates’i veya
Caton’u kendisine yeğlerse, her şey boşa gitmiştir. Kendine yabancı olmaya
başlayan biri, kendini tamamen unutmakta da gecikmez. ” [2 / s. 147]
Bu tarih öykülerinde de eğer bir
sonuç varsa bu sonuçlar açık bir şekilde gösterilmemeli öğrenilmesi gereken bu
sonuçlar okur tarafından çıkarılmalıdır diyor. Eğitmenin dehasının, öğrencisine
derslerini sevdirmekteki güç ve becerisinde görülür demektedir. Yine Rousseau
bilmiyorum demeyi dini inanç öğretimini açıklarken de kullanmış bunu da şu
cümlelerden görüyoruz. ” Tanrısal gerçeği
anlayabilecek yetenekleri olmayanlara anlatmaya çalışmaktan kaçınalım, çünkü
gerçek yerine yanılgıyı yerleştirmiş oluruz. Tanrı konusunda bayağı, düşsel,
kötü ve layık olmayan düşüncelere saplanıp kalmaktansa, hiçbir görüşe sahip
olmamak daha iyidir. Çünkü Tanrıya hakaret etmektense onu tanımamak daha hafif
bir suçtur. ” [2 / s. 151] Sık
sık çocukların yalan söyleme alışkanlığını , onlara yalan söyleyen daha doğrusu
yalan söylediklerini anladıkları insanlar tarafından geçtiğini söylemektedir.
Ve kitapta vicdanın önemini de şu sözleri ile vurgulamıştır. ”…Bizi bunaltan bu üzücü duyguyu yok saymak
boşunadır ve deneyimlerimizle biliyoruz ki vicdan azabı, insan kalbinde
silinmez izler bırakır. Doğanın sözünü dinleyelim, onun tatlı duyumlarına
kendimizi bırakalım ve içten gelen sesi dinleyelim.” [2 / s. 157]
BEŞİNCİ
BÖLÜM
SOPHİE
VEYA KADIN
Beşinci bölümün ilk cümlesinden itibaren
bir kez daha Rousseau’nun kadınlarla ilgili düşüncelerini az çok görüyoruz :“Kadın yalnızca erkeğe göre var olur. Kadın
onun hoşuna gitmek ve sözüne uymak için yaratılmıştır. Her iki cinse verilmiş
görevler aynı değildir. Kadın, erkekten daha çok sadık olmalı ve öyle kabul
edilmelidir. Cinslerin eşitliğini savunmak boşuna bir iştir.“ [2 / s. 186]
Aklıma takılan en büyük soru işareti
yazarın köleliğe ya da sistemin(devletin) istediklerini yapmaya bu kadar karşı
bir duruş sergilerken kadını erkeğe ya da yetiştireceği çocuğa köle yapma
düşüncesini nasıl savunabildiğidir. :“Erkeklerin züppeliği daha çok kadının eseri
olduğu halde, kadının çılgınlıkları erkeklerden çok kendisine aittir.“ [2
/ s. 188] Acaba dünyada sadece kadınlar olsaydı yazar
bu kitabı nasıl yazmış olacaktı ? Bu bölümde de yazarın şu şekilde seslendiğini
işitiyor kulaklarım :“ Sen kadın olarak dünyaya geldiğin için
günahkarsın, şimdi bu günahından kurtulmak için iyi bir çocuk yetiştir ve cenneti
kazan ! :“
Yazarın eleştirdiğim bir diğer yönü ise
Emile’in Sophie aşkının olduğu yerden başlıyor. Şöyle diyor yazar :“Erkek hayatının birkaç alanında erkektir.
Kadın ise gençliğinden sonraki bütün dönemlerde kadındır. Kadın olmak
zorundadır. Kadın sadakatli olmalıdır ve kadının sadece sadakatli olması
yetmez. Kocası, akrabaları ve yakınları tarafından da bunun bilinmesi gerekir.
Kadınların dünyaya asıl geliş amaçları doğurmaktır. Erkekler kadınlar olmadan
yaşayabilir fakat kadınlar erkekle olmadan yaşayamazlar.” [2 / s. 190]
Yazarın burada tüm sosyal sorumlulukları kadının sırtına bırakmış ve
yapmalısın dediğini canlandırıyorum gözümün önünde. Kadınların erkekler olmadan
da yaşayabildiğinin günümüzde görebiliyoruz. Bana kalırsa herkes, herkes
olmadan yaşayabilir. Ya iyi yaşar ya da kötü. Ama yaşayabilir.
“Bir kadının temel niteliği tatlılıktır,
kocası ona haksızlık bile yapsa kadın yakınmadan hoşgörüyle karşılamalıdır. “ Yazarın
bu cümlesinde, erkek egemen sistemini savunduğunu ve geleneksel görüşlere
saplandığını açık ve net bir şekilde görüyoruz. Ne yazık ki Rousseau’nun
akılcı, özgürlükçü ve eşitlikçi ilkeleri sadece erkekler içindir.
Zaten yazarın 1765 yılında yazdığı “İtiraflar“ adlı eserinde bir zamanlar aşık
olduğu ve kendisini beş çocuk babası yapan eşinden “ çirkin, cahil, budala, hor görülecek kadın“ diye bahseder. Bu evliliğin yükünden
kurtulmak için de beş çocuğunu yetimhaneye vermiştir. Bu süreçte Emile eserini
yazmıştır [ 6 ]. Yani yazarın kadınlara
karşı olan eksik ve / ve ya olumsuz yargıları devam etmiştir.
Şimdi de biraz Emile’in evleneceği kız
yani Sophie bize nasıl tasvir edilmiş ona bakalım: “Sophie kendine yakışacak biçimde zevkli giyinmeyi bilir. Ancak çok
süslü giysiden nefret eder. Giyim şeklinde sürekli incelikle karışan bir
sadelik görünür. Parlak şeyleri hiç sevmez, ancak her zaman en uygununu
seçebilir. Hangi renklerin moda olduğunu bilmez, ancak kendine yakışanı çok iyi
tanır. O kadar araştırıp da, giysisini kendine bu kadar yakıştıran hiçbir genç
kız bulunamaz. “[2 / s. 194] Yazar burada Sophie’nin kendisine yakışanı
giymesi giymesinden, uysal ve kibar bir kız olmasının gerekliliğinden
bahsetmiştir. Oysaki bu sayılan özelliklerin erkeklerde de bulunması gerektiği düşüncesine sahibim.
Son
olarak Emile ile Sophie’nin evlendikten sonra mutlu olabilmelerini aşklarını
daim tutmaları gerekliliğine bağlıyor. Evlendikten sonra artık eşlerin
birbirine yardımcı yani rehber olmasını gerektiğini söylüyor.
SONUÇ
Sonuç olarak amacımız zengin değil ama
mutlu , kinci değil sevecen, ezberci değil yorumcu, inandıkları ve bildikleri
uğruna yaşayan, hayatını iyi bir insan olmak ve yetiştirmek için harcayan,
mesleğini karnını doyurmaktan çok sevdiği için yapan yani zorunluluktan çok
severek yapan, özgür yaşayan birey olduğunu farkında olan insanlar
yetiştirmeliyiz. Kitaptan çıkarabildiğim olumlu sonuç bu. Rousseau’nun
çocukların eğitimi konusundaki görüşleri eşitlikçi, akılcı ve özgürlükçüdür.
Fakat kadınların eğitimi konusundaki görüşleri ne eşitlikçi, ne akılcı ne de
özgürlükçüdür. Rousseau’nun kadınlar için eğitim anlayışı gelenekseldir ve
erkek egemen sistemi savunmaktadır. Rousseau’nun eğitim anlayışı yalnızca
erkekleri içindir. Fakat yazarımız Rousseau
Platon’un dediği gibi idealar dünyasında yaşamaktadır. Her öğretmen
adayı böyle bir eğitim sistemini şu an uygulasak sonucu ne olur diye düşünmeye ittiğinden
eminim. Rousseau bu eserle bize, belirlediği bazı temel ilkeler üzerine
düşünmemizi sağlamıştır.
“Yaşamın
en tehlikeli anı başlangıcıdır. Özgür yaşamak ve insani şeylere az bağlanmak,
ölmeyi öğrenmenin en iyi yoludur. “
Jean-Jacques
Rousseau
KAYNAKÇA
[ 2 ] Rousseau, J.J. (2011) ” Emile ya da Çocuk Eğitimi Üzerine ” Kilit
Yayınları. Ankara.
[ 3 ] Platon Sanatı
Neden İdeal Devlet Açısından Yorumlamıştır ? Ecevit Karaca Yüksek Lisans
öğrencisi /Akdeniz Üniversitesi, Felsefe Bölümü (2013)
[ 4 ] Şükrü Erbaş
(1994)” Bütün Mevsimler Güz / Dicle Üstü Ay Bulanık” Everest Yayınları. İstanbul.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder