15 Haziran 2018 Cuma

Ortaçağ Batı Avrupası'nda Alegori ve Oyunculuk


  
1)      Ortaçağ Batı Avrupa’sında sanatın belirleyici özelliği olan simgesel ve alegorik anlatımın Ortaçağ insanının dünya görüşüyle ilişkisini açıklayınız.


     
Ortaçağ insanı tam anlamıyla şeylerde Tanrı’ya ilişkin anlamlar, göndermeler, sezgisel gerçekler ve belirimlerle yüklü bir dünyada, sürekli olarak simgesel bir dille konuşan bir doğada yaşıyordu; bu doğada bir aslan yalnızca aslan, bir ceviz yalnızca ceviz değildi, efsanevi hipogrif aslan kadar gerçekti, çünkü aslan gibi o da var olup olmamasından bağımsız olarak daha üstün bir hakikatin göstergesiydi.

     
Karanlık çağ, yüksek Ortaçağ yılları, şehirlerin bir çöküşü yaşadığı, kırsal alanların yoksullaştığı, kıtlıkların, işgallerin, veba salgınlarının ve erken ölümlerin yaşandığı yıllardır. Bu nedenle simgesel bir dağarcığın geliştirilmesi, bunalım duygusuna karşı ,imgesel bir tepki oluşturmuş olabilir.Simgesel görüşte doğa en korkunç yönleriyle bile yaratıcının bize dünya düzeninden, doğaüstü iyiliklerden, dünya düzeni içinde Cennet’i hak etmek için atmamız gereken adımlardan söz ettiği alfabe haline gelir.Nesneler düzensizlikleri, yozlukları, düşman görünümleriyle bizde güvensizlik yaratabilir; ama nesne, görünen şey değildir, başka bir şeyin göstergesidir. Öyleyse dünya yeniden umut dolu bir yer niteliği kazanabilir, çünkü dünya Tanrı’nın insanla konuşmasıdır.
     Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında da inanç ilkeleri simgesel bir anlatımla dile getirilmişti; bu simgesel anlatım kovuşturma tehlikesinden sakınma gereksinmesinden kaynaklanıyor, söz gelimi kurtarıcı İsa balık simgesiyle gösteriliyordu. Bu simgecilik Ortaçağ insanının mizacına uygun bir imgesel ve eğitsel olanağa zemin hazırlamıştı. Bir yandan sıradan insanlar,hakikatleri,onları kavramalarına olanak sağlayan imgelere çevirmeyi kolay bulurken; zamanla Hristiyanlık öğretisinin geliştiricileri, ilahiyatçılar, hocalar, sıradan insanın teolojik anlatımın katılığı içinde kavrayamayacağı kavramları imgelere dönüştürmeye başlayacaklardır.
     Simgeci zihniyetin Ortaçağlıların düşünme tarzı üzerinde tuhaf bir etkisi vardı; Ortaçağlılar gerçek süreçleri genetik bir yoruma göre, bir neden-sonuç zincirine göre yorumluyorlardı. Bir ruhsal “kısa devre”den, iki şey arasındaki ilişkiyi onların nedensel bağlantılar zincirini izleyerek aramayıp, ani bir sıçramayla, anlam ve amaç ilişkisi olarak bulan düşünceden söz edilmiştir. Söz gelimi bu kısa devre, beyaz,kırmızı ve yeşilin iyi renkler olduğuna, buna karşılık sarı ve siyahın acı ve pişmanlık anlamına geldiğine karar verir veya beyaz ışığın, ebediyetin,saflığın ve el değmemişliğin simgesi olarak gösterir. Devekuşu tüylerinin kusursuz eşitliği birlik fikrini uyandırdığı için adaletin simgesi haline gelir. Bir kez pelikanın yavrularını gagasıyla göğsünden et parçaları kopararak beslediği görüşü kabul edildikten sonra, pelikan insanlık için kanını ve ayin için etini veren İsa’nın simgesi haline gelir. Yalnızca bakire bir kızın yakalayabildiği ve onun kucağına başını yaslayan unikorn, bu iki niteliğiyle Oğul İsa’nın simgesi haline gelir, çünkü İsa, Tanrı’nın biricik oğlu olup Meryem tarafından dünyaya getirilmiştir; bir kez bir simge olarak kabul edildikten sonra unikorn,devekuşu ve pelikandan bile daha gerçek hale gelir.(krş. Reau 1955, Çeşitli Yazarlar 1976, de Champeaux-Sterckx 1981)
     Şu halde simgesel atfın arkasında belirli bir uygunluk,şematik bir benzerlik ve temel bir ilişki vardır. Nasıl kırmızı güller gül açtıkları dikenler arasında olağanüstü görünüyorsa, bakireler ile din şehitleri de onlara işkence edenlerin ortasında kırmızı güller gibi olağanüstü bir görünüm sergilerler; bu iki grubun renk(taç yapraklar-kan) ve zor bir duruma karşı direnç gösterme gibi ortak özellikleri vardır.
Simge ve simgelenen şey arasında bir bağdaşmazlık vardır.Tanrı’ya ilişkin şeylerin aslan,ayı,panter gibi birbirinden çok farklı simgelerle gösterilmesi yerindedir, çünkü yorumcu açısından simgeyi somut ve güdüleyici kılan onun tuhaflığıdır.
     Ortaçağ insanının bir sürekli ilişkiler oyunu içinde doğadan şeyleri doğaüstü şeylerle birleştirmeye iten, bilinçdışı bir oran gereksinmesidir. Simgesel bir evrende her şey yerli yerindedir, çünkü her şey birbirine karşılık gelir, kuralı bozan hiçbir şey yoktur.
     Ortaçağlılar simge ve alegori terimlerini rahatlıkla sanki eşanlamlı terimlermiş gibi kullanırlardı. İamblikhos, simge terimini, başkalarının alegori olarak adlandırdığı eğitsel ve kuramsal temsiller için de kullanmaktadır. Ortaçağ da bu kullanımı benimser.Örneğin Dante’nin Araf’ın başında ya da geçit sahnesinde yaptığı gibi açıkça alegorize etmek yerine. Beatrice veya Aziz Bernard gibi kişileri ortaya çıkardığında (bu kişiler gerçek tarihsel kişiler olmalarının ötesinde canlı ve bireysel figürler olmakla birlikte, bazı somut özellikleri nedeniyle daha üstün hakikatleri gösteren “tipler” haline gelirler.) alegoriden farklı bir şey görme eğilimindedirler.

Metafizik Pansemiosi
 Simge fikri Batı’da Rönesans’la birlikte Hermetik yazıların yaygınlık kazanmasıyla güç kazanacaktır.Ortaçağ simgesi tanrıya erişme tarzıdır, ama numune ilişkin bir aydınlanma olmadığı gibi, rasyonel çerçevesinde değil, yalnızca mit çerçevesinde söylenecek bir hakikati açığa vurmaz. Daha çok, rasyonel söyleme giriş niteliğindedir ve görevi(simgesel söylemin görevi), eğitsel ve giriş bilgisi niteliğini ortaya koyduğu anda, kendi yetersizliğini, ardıl bir rasyonel söylemce doğrulanma gereksinmesi şeklindeki yazgısını açığa vurur. Ortaçağ’a metafizik simgeciliği en çekici biçimde sunan kişi, Sahte Dionysos’un izinde giden Johannes Erigena’dır. Ona göre, dünya ilksel ve ebedi nedenleri aracılığıyla Tanrı’nın yüce bir belirimi olarak belirir; ilksel ve ebedi nedenler de duyularla algılanabilir güzellikler aracılığıyla kendini gösterir. Tanrı her varlıkta kendini göstererek, gizemli ve anlaşılmaz iken kendini görünür ve bilinir kılarak, hayranlık uyandırıcı ve dile getirilemez bir tarzda yaratır. Öyleyse bizi ilksel nedenlere ve tanrısal kişilere gönderen uçsuz bucaksız teofanik uyumu fark etmek için gözümüzü dünyanın görünür güzelliklerine çevirmemiz yeterlidir. Ebedi olanın şeylerde bu kendin açığa vuruşu, bize metafizik simgecilikten kozmik alegorizme geçerek o şeylerden her birine eğretileme değerini atfetme olanağı verecektir.
Kutsal Kitap Alegorizmi
 Kutsal kitap, kişiler,nesneler, olaylar aracılığıyla konuşuyor, çiçekleri, hilkat garibelerini, taşları adlandırıyor, matematiksel incelikler ortaya koyuyorsa, o taşın, o çiçeğin, o hilkat garibesinin, o sayının anlamının ne olduğunu geleneksel bilgi birikiminde aramak gerekecektir.
Ansiklopedi Alegorizmi
Ansiklopedilerin hepsinde yinelemeler ve birbirinden aktarmalar vardır. Ve birçoğunun ortaya çıkış nedeni, olasılıkla yorumbilgisel  araştırmanın in factis alegorileri çözmeye yarayacak bilgiler gerektirmesidir. Ortaçağlılar için otoritenin balmumundan bir burnu olduğu ve her ansiklopedist önceki ansiklopedistlerin omuzları üzerindeki cüce olduğu için, yalnızca anlamları değil, dünya üzerinde yaşayan canlıları da çoğaltmakta herhangi bir güçlükle karşılaşılmayacak, dünyayı uçsuz bucaksız bir söz edimi haline getirmeye yarayan varlıklar ve özellikler icat edilecektir.
Evren Alegorizmi
Evrene kurmaca ve sıra dışı bir tarzda bakmayı temsil eder.; nasıl göründüğü değil, ne ima edebileceği önemlidir. Araştırıcı aklın dünyasına karşı kurgulayan imgelemin dünyası;ikisinin arasında, her biri kendi bağlamında yeterince kesinlik kazanmış Kutsal Kitap’ın alegorik okunuşu ile şiirsel, hatta dünyevi alegorilerin açık üretimi.
Sanat Alegorizmi :Kutsal kitap sentezi aracılığıyla dünya tarihi bir dizi imgeyle sabitlenir.Alegorik hesaplama kusursuzdur; tüm mimari ,plastik ve anlamsal öğeler öğretisel iletişime katkıda bulunur.
Alegorik Everenin Ortadan Kalkması
Bir zamanlar şeylerin değeri, oldukları şeyden değil imgeledikleri şeyden kaynaklanıyordu; oysa belli bir noktada, tanrısal yaratının göstergelerin düzenlenmesinden değil, biçimlerin üretilmesinden oluştuğu fark edilir.  Büyük simgesel idealleştirmelerinin yanında, doğaya yönelik yeni bir duyguyu ve şeylerin dikkatli gözlenmesini görürüz. O zamana kadar kimse bir üzüm salkımını gerçekten gözlememişti, çünkü salkım her şeyden önce mistik bir anlam içeriyordu; şimdi ise sütun başlıklarının üzerinde sarmaşık dalları, filizleri yapraklar,çiçekler görmeye başlarız. Alegorik anlamı olan figürler aynı zamanda yaşam dolu gerçekçi temsillerdir, her ne kadar psikolojik bir kişisellik taşımaktan çok “tipik” bir insanlık idealine yakın olsalar da.
     Özetlemek gerekirse; Sanat karşısındaki pratik yaklaşım bir birleşimden çok belirli yönlerin birbirinden ayırt edilmesini gösterir.
Kutsal sanatın güzelliğini yücelten Klise yazarları, öğretim amacını da ısrarlı vurgular ; Suger’in amacı, sıradan insanların kutsal metinler aracılığıyla kavrayamayacakları şeylerin onlara resimler aracılığıyla öğretilmesi gerektiğini söyleyen 1025 tarihli Arras Ruhani Meclisinin amacıyla aynıdır; dönemin uygarlığını yansıtan başarılı ansiklopedist Autun’lu Honorius resmin üç amacının olduğunu söyler:
     Öncelikle resim “Tanrının evini güzelleştirmeye; ikincisi, azizlerin yaşamlarını anımsatmaya ve son olarak, resim “dindışı kesimin edebiyatı olduğundan” eğitim görmemişlerin zevk almasına yarar. Edebiyata gelince, dönemin benimsenin görüşüne göre” öğretmeli ve eğlendirmeli”; “ hem zekanın soyluluğunu hemde hitabetin güzelliğini” sergilemedir. Karolenj entelektüellerinin esteteiği bu temel ilkeye dayanır.
     Anımsatılması gereken nokta, bu kavrayışların asla sanatın eğitsel amacını azaltmadığıdır; gerçek şu ki,Ortaçağlı için iki değeri birbirinden ayrı görmek son derece zordur, eleştirel anlayışın eksikliğinden ötürü değil, değerler arasında bir karşıtlık görmediği için Skolastik estetiğin en büyük en büyük sorunlarından birinin, güzelliği metafizik düzeyde öteki değerlerle bütünleştirme olması bir rastlantı değildir.
     Güzelliği ve estetiği tek bir kavram halinde değil, diğer anlayışlarla bütünleştirerek anlamlaştırıyorlar. Bunu bir metafizik kuralı olarak görmekteler.
     Ortaçağlılar estetik değerin kendi içinde özerkliklerinin olduğuna inanan insanlardır ve estetik güzelliğin içinde anlam sıkıştırmış ve bunları açıklamışlardır

2)      Ortaçağ tiyatrosunda yönetmen ve oyunculuk anlayışını kısaca anlatınız.

YÖNETMEN
     Yönetmenin görevi bir yerden diğerine değişiyordu. Örneğin kuzey İngiltere esnaf birliklerinde her topluluğun başkanı oyunların yetkin bir biçimde sahnelenmesinden sorumluydu ve faturaları ödeyip mali işleri yönetirdi. Çoğu kez birlikler kendi içlerinden birini seçerlerdi. Bazen de birkaç yıl anlaşma ile gösteri başkanı çalıştırılırdı. Gösteri başkanı;
·         Oyuncuları bulur
·         Provaları ayarlar
·         Oyun yapımının her yönünden sorumlu olur
·         Gösteri arabalarının bir yerden bir yere taşınması ve halkı geçit töreni sırasında denetlemek için adamlar tutardı.

OYUNCULAR VE OYUNCULUK
·         Gösterim için gereken oyuncu sayısı 5 ile 300 arasında değişirdi.
·         Oyuncuların çoğu yerel toplumdan seçilirdi. Seçimler oyuncuların oyunculuk sınavı yapmaları sokaklarda gönüllü aramak,isteyenlerin kent yazmanlarına başvurmalarını istemek şeklinde olurdu.
·         Oyuncular çoğunlukla erkekti
·         Oyunculara rollerinin kabulü için süre verilirdi,kabul ettikten sonra noter tasdikli sürdürme zorunluluğu olurdu. Prova ve role çıkmaması halinde yaptırım uygulanırdı.
·         Oyunculara destek olan kurumlar provalarda yiyecek içecek sağlarlardı.Bazı oyunlar çok uzun sürdüğünden kostümlü prova alınmazdı.
·         Hareketsiz sahnelerde gösteri alanına toplu olarak gidilir varıldığında oyun alanının etrafında bir kez dönülüp oyuncular mansiyonlardaki yerlerini alırlardı.Çoğu kez oyuncular ortalıkta durur sıraları geldiğinde öne giderler oyunları bitince arkaya çekilirlerdi.
·         Oyunculukta ses her şeyden önemliydi(Açık hava)
·         Dinsel oyunlarda tipik olan ezgiyle söylenmenin yerine yöresel oyunlarda günlük konuşma dili almıştı.
·         Karakterlerin çoğu tipleştiğinden kaliteli oyuncuya gerek duyulmazdı.
·         Hakikate bağlı kalma çabaları oyuncuları zor durumda bıraktığından yerlerinde kuklalar kullanıldı.
·         Oyuncuların ücretleri oynadıkları role göre değişirdi.
·         Oyuncular birden fazla role çıkabiliyordu.

KAYNAKÇA
·         Oscar G. Brockett, Tiyatro Tarihi s.69-104
·         Umberto Eco, Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik s.95-128


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder