AKSİYON
: Basilio’nun oğlunun iyi bir kral olup olamayacağını
bilmek istemesi.
·İç
Aksiyon : Basilio’nun ülkesini zalim bir hükümdara bırakmak istememesi,
oğluna tanınan hakları görmezden geldiğini düşünmesi ve oğlu hakkındaki
şüphesi.
·Dış
Aksiyon : Oğluna haşhaşlı bir karışım içirterek oyun oynaması.
DRAMA
:Komedya
DRAMATİK
OLAY :Kralın,
oğlunun ülkeyi yönetip yönetemeyeceği ve iyi biri olup olamayacağını anlamak
istemesi.
KONU
:Kötü bir insan
olan Segismundo’nun b,l,nc,yle iyi bir insan ve kral olması.
ÖYKÜ
:Polonya kralı
III.Estragon öldüğünde şimdiki kral Basilio ve Clorilene iki kızını varis
bırakır ardında. Clorilene kızların yaşça büyüğü, Recisunda ise
küçüğüdür.Astolfo’nun annesi Moskova’ya gelin gider ve Astolfo doğar. Basilio
ise çocuk sahibi olamadan dul kalır. Böylece Polonya tahtının varisleri bu iki
çocuk olur.
OLAY
DİZİSİ :
1.Rosaura ve Clarin intikamını almak için Astolfo’yu ararken
zindana atılmış Segismundo ile karşılaşırlar.
2.Zindana habersizce giren Rosaura ve uşağı yakalanır, Rosaura
elindeki kılıcı teslim ederken Clotalde kızının yüzünü görür. Ve babası
olduğunu anlar.
3.Astolfo ve Estrella dayılarının isteği üzerine saraya
gelmişler ve ülkenin krallığını evlenerek paylaşmaları gerektiğini öğrenirler.
Bu sırada Basilio oğluna bir şans verip ülkeyi geçici bir süre oğluna verip,
ona oyun oynayıp, ülkeyi yönetip yönetemeyeceğini öğrenmek istediğini söyler.
4.Clotaldo is Rosaura’yı daha korunaklı bir yer olan Estrella’nın
yanına nedime olarak yollar.
5.Oğluna Haşhaşlı ve afyonlu bir karışım hazırlatıp, uyutup,
uyandığında ülkenin başına geçtiğini haber verir Basilio. Fakat oğlu kötülük
yapmaya devam edecektir. Tıpkı doğarken annesini öldürdüğü gibi.
6.Estrella ve Astolfo’nun evlenmesi gerekirken Estrella Astolfo’nun
boynunda başka birine ait bir resim görür ve bu resmi nedimesine alıp
getirmesini emreder.
7.Resmi almak için giden Roraura’yı tanır Astolfo. B,r oyunla
resmi alır Rosaura.
8.Sonrasında oğlunu
tekrar bu karışımla uyutup zindana kapattırır Basilio.
9.Bu sırada halk meşru bir veliaht olduğunu öğrenir ve
Segismundo’yu kurtarmaya giderler.
10.Rosaura çiğnenmiş onurunun öcünü almak isterken Segismunda bir
zamanlar vurulduğu Rosaura’ya kral olarak ikisinin evlenmesi gerektiğini söyler.
11.İkinci kez tahta çıkan Segismundo artık iyilik yaparak
kazanacağını anlamıştır.
TEMA
:İyilik her zaman
kazanır.
KAYNAKLAR
1.Hayat
Bir Rüyadır, Calderon De La Barca, Çev. Başar Sabuncu, İş Bankası Yayınları
1)Osmanlı İmparatorluğu’nun son
döneminden Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan ve ulusal kimlik oluşumunda
önemli bir rol oynayan “Doğu-Batı karşılaştırmasını “Teknik-Kültür/ Dış-İç /
Model-Kopya” kavramları ışığında tartışan kısa bir metin yazınız.
Osmanlı’nın sahip olduğu yapıyı
koruması meselesi farklı milliyet ve din bağlarına sahip toplulukların
nüfuzlarına girme tehlikesi nedeniyle yüzyıllarca gündeminde kalmıştır. Çöküşü
yaklaşan Osmanlı Devleti, tekrar bir siyasal bütünlük yaratmak için din ve
milliyet farklılıklarının neden olacağı güçlükleri dikkate almak zorundaydı.
Yusuf Sarınay’a göre Rönesans ve
Reform hareketleri ise , bilim ve teknolojideki gelişmelerin ardından Avrupa’da
ortaya çıkan merkezi devletlerin yayılımcı politikaları sonucunda Osmanlı
Devleti’nin uğradığı büyük toprak kayıpları, gayrimüslimler üzerinden yürüttükleri
ayrılıkçı propaganda Osmanlı, İslam ve Türk milli kimliğini canlandırmıştır.
Osmanlı’nın son döneminde Türk
milliyetçiliğinin gelişmesini tetikleyen en önemli nedenler arasında 19.
Yüzyılın son çeyreğinde ve 20. Yüzyılın başlarında Doğu sorunu etrafında çıkan
savaşlar, kaybedilen topraklardan, özellikle Balkan, Kırım ve Kafkaslardan
alınan büyük göçler, Arnavutluk isyanı gibi azınlık isyanları ve Balkan
Savaşları gösterilmektedir. Bu noktada Ziya Gökalp’in “farklı ulusal
bağlılıkların ortak vatan sevgisi etrafında bütünleşmeyi olanaksız kılacağı,
dolayısıyla bir devletin varlığının devamının ancak bir ulusa dayanmakla mümkün
olacağı” düşüncesi doğar. Gökalp, bütün çok uluslu imparatorluklar gibi Osmanlı
Devleti’nin çöküşünü de engellenemez görmüştür. Gökalp, Osmanlı’nın iki
nedenden dolayı yıkılmaya mahkum olduğunu söyler. Bunlardan biri, Osmanlı’nın
bütün imparatorluklar gibi, geçici bir topluluktan ibaret olmasıdır. Ona göre “Ebedi
hayata sahip olan zümreler, geçici topluluklar değil, cemiyetlerdir.”
Cemiyetlere gelince, bunlar yalnızca milletlerden ibarettir. Gökalp’e göre”
mahkum milletler” milli benliklerini imparatorlukların kozmopolit idaresi
altında ancak bir süre için unutabilirlerdi. Bir gün mutlaka milletlerden
ibaret olan hakiki cemiyetler sürü oluş uykusundan uyanacaklardı. Gökalp’in öne
sürdüğü ikinci neden ise, Batı medeniyetinin yükseldikçe Doğu medeniyetini yok
edecek güce sahip olmasıdır.
1924 Anayasası’nın vatandaşlıkla
ilgili 88. Maddesinin görüşülmesi sırasında Müslüman olmayan azınlıkların
durumu söz konusu edilmiştir.”Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın
vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.” Biçimindeki 88. Maddenin anlamı,
Müslüman olmayan azınlıkların eşit vatandaşlık haklarına sahip oldukları, fakat
sosyolojik anlamda Türk olarak algılanmadıklarıdır.
TEKNİK-KÜLTÜR
Batılılaşma hareketi ulusal
kimlik kazanma ve uygarlaşma yolunda atılması gereken bir adım olarak ele
alınırken, kuruluş felsefesi, Batı’yı yalnız tekniği ile değil kurumları,
kurumları yaratan felsefi temler ve değerleriyle bir bütün olarak tanımak ve
uygulamada da organik bütünlüğü dikkate almak üzere belirlenmiştir.
Sosyal anlamda Kemalist
modernleşme, özel alanı etkileyen derin toplumsal ve kültürel dönüşümlerin
başlangıç noktası olarak görülebilir. Kurucu Kemalist kadronun halkın günlük
alışkanlıklarını ,davranış kalıplarını ve hatta yaşam tarzını değiştirmeyi
hedefleyen çalışmaları, Batılı dünya görüşünün topluma kazandırılması olarak
algılanmalıdır. Bu hedefe ulaşmada başrolü üstlenen kadrolar, değişmesi
öngörülen yaşam biçiminin ilk taşıyıcısı olmuş ve toplumun geri kalanına örnek
olması istenen yaşam pratiklerinin çok daha çabuk içselleşmesini sağlamıştır.
Görsel sanatların ulusal kimlik
inşasında bir araç olarak kullanılması meselesinde, bir yandan Osmanlı/İslam
mirasından kopuşu hedefleyen modern mimari anlayışının yerleştirmek
istenişinden, diğer yandan da modern mimarlığın modernleşme projesinin biçisel
karşılığına dönüşmesinden söz açmak gerekir.
Sibel Bozdoğan, Kemalizm’in
“modern mimarlık” teriminin içeriğinin derinden kavramak yerine sadece biçimsel
bir terim olarak ele alınmasına vurgu yapar. Buradan hareketle söz konusu
formların Cumhuriyet’in laik modernleştirme projesinin biçimsel karşılığı
olarak kullanıldığı sonucuna varır. Dolayısıyla, modern mimarlık, mimarlara,
genç Cumhuriyet’i Osmanlı/İslam geçmişinden koparma doğrultusunda bir görev
duygusuyla “uygarlık temsilcisi” konumu kazandırır. Genç Türk mimarlarına göre,
ulus-devlet, şüpheye yer vermeyecek biçimde modernliğin taşıyıcısıydı ve
1930’larda Avrupa’da oturmuş modernizmin bilimsel ve biçimsel esasları,
birleştirici ulusal idealin en uygun mimari ifadesiydi. Bozdoğan, modernist
estetiğin propaganda işlevinin en belirgin olduğu bina tiplerinin ulusal
eğitime ve Cumhuriyet ilkelerinin yayılmasına ilişkin binalar olduğunu
saptamaktadır.
Ayla Tekiner de “Yeni Türkiye
Cumhuriyeti’ni her alanda inşa etmek” ilkesi etrafında şekillendiğini söyler. Siyasal-mekansal
dinamiklerin açığa çıkarılmasında önemli araçlardan olan anıtlar da, Türkiye’de
modernleşme hamlesinin ana aktörlerinden biri olur. Yeni rejimin kurucu
öğelerini ve önderini topluma ve gelecek kuşaklara aktarabilecek anıt heykelleryaptırmayı gerekli gören Atatürk, kentsel
mekanlarda kurtarıcının ve Milli Mücadele’nin yüceliğini vurgulayacak olan bu
anıtların Cumhuriyet ideolojisinin simgeleri olacağına inanmıştır.Türkiye’de
bir liderin ve uzantısı olan rejimin anıtlarla temsiline ancak Cumhuriyet
döneminde rastlanır. Sivil ve askeri giysili Atatürk betilerinin ve halkın her
kesiminin betimlendiği devrim kabartmalarının amacı; ulusa seslenmek, devrim
ideolojisini daimi kılmak ve okuma yazma oranı çok düşük olan bir topluma
doğrudan seslenebilmektir. Görsel malzemelerle halkın her kesimine ulaşmanın en
doğru dan yolu olan banknotların üzerine Kemalist rejimi ve önderini gösteren
anıt resimlerinin basılması da aynı amaca hizmet etmektedir.
Yine Osmanlı saray müziğinin ve
tekke müziğinin terk edilmesiyle süreç devam etmiştir. Bu terk ediş iki yönelim
doğurmuştur: Bunlardan biri, çok sesli Batı müziğine, diğeri ise Anadolu
köylerinin halk müziğine yöneliş olarak anılabilir. 1935 yılında, Türkiye’ye
çağrılan Alman besteci Hindemith, Devlet Müzik Konservatuvarı’nı kurmakla
görevlendirilir.1936 yılında bu kez halk müziğinden bir müzik yaratma konusunda
danışman olmak üzere etnografik müzik araştırmalarıyla tanınan Macar besteci
Bela Bartok çağrılır. Bartok, Ankara’da konuyla ilgili verdiği üç konferansın
ardından yanına Ahmet Adnan Saygun, Necil Kazım Akses ve Ulvi Cemal Erkin’i
alarak Yörük obalarından ve köylerinden halk müziği ezgileri derlemek üzere
Adana’ya gider. Buradaki önemli nokta Bartok’un Macar ve Türk halk ezgileri
arasında saptadığı benzerliklerin Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi’ni
destekleyici nitelik taşımasıdır.
Anadolu teması ve halk
kültüründen yola çıkarak kimlik oluşturma çabası, resim sanatındaki karşılığını
Gazi Öğretmen Okulu’nda bulmuştur. Türk resminde Anadolu temasının yayılması
merkezi denilebilecek okulun varlığının yanı sıra, CHP tarafından Anadolu’ya
düzenlenen seyahatler, dönemin ressamlarını modern sanatın soyut ve bireyci
anlayışından koparıp, Anadolu’ya odaklanmalarını sağlar. Hatta gençTürk ressamlarından oluşan, ilk avangard grup
olarak anılan ve kübizm ve konstrüktivizm gibi modernist eğilimlerle ilgilenen
D Grubu’nun daha sonradan resmi ideolojinin etkisinde resimler yaptığı
tartışılır.
Arkeoloji ve müzebilim de
gelişmiştir. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu, arkeolojik kazıları ve müzelerin
kurulmasını desteklerken, Anadolu mirasına tamamıyla sahip çıkar. Hitit,
Urartu, Frigya ve Lidya medeniyetlerinin kalıntılarının sergilenme biçimi,Hitit
güneş kurslarının mimari ve heykel sanatlarında ele alınış biçimleri bu konudaki
örneklerden sayılabilir. Hitit güneş kursunun Cumhuriyet Ankarası’nın
simgelerinden biri olarak seçilişi de kuşkusuz bu anlayışın eseridir.
Halkevleri’nin ise özellikle
tiyatroylaCumhuriyet hükümetinin
ilkelerini halka yayması anlamında ulusal kimlik inşasındaki rolü önemlidir. Bu
noktada Nurhan Karadağ, Halkevleri tiyatro kolları yönetmeliğinden hareketle,
Halkevleri oyun dağarcığına ilişkin iki belirgin görüş tespit eder.Birincisi
köylünün,kasabalının,kentlinin tiyatro gereksinimini karşılamak, ikincisi ise ülke
ve toplum için yararlı öğretilerde bulunmaktır. Karadağ’a göre birinci görüşte
yer alan düşünce her çağdaş toplumun uyguladığı bir sanatsal kuralken ikinci
görüşün temel dayanağı Kemalizm’dir.
Dolayısıyla kuruluş dönemi
anlayışında, tiyatro sanatının inşa sürecinin etkin bir parçası olduğu, tiyatro
sanatına özgü özelliklerin göz ardı edilerek, inşa sürecinin bir aracı
kılındığı söylenebilir.
Cumhuriyet ideolojisinin ve hatta
bizzat Atatürk’ün modernleşme projesi dahilinde sanata, özellikle görsel
sanatlara büyük görevler yüklediği, ulusal kimlik inşa süre3cinde müzik, mimari
ve heykel sanatında yeni rejimin inşasıyla yakın ilişkili bir bağlamda
araçsallaştığı tespit edilmiştir. Bir yandan da Cumhuriyet tarihinin
görselleşmesinde Atatürk imgesi temel öğe olarak kullanılmış, rejimin
yaygınlaştırılmasında görsel propagandaya büyük ağırlık veren kurucu kadro,
yeni rejimin içkin kodlarını büyük oranda Atatürk anıtlarıyla
görselleştirmiştir. Diğer yandan ise, modern kent, ulus devletin mekansal bir
ifadesi olarak görülmüş ve modern kentteki yeni kurumların, kent mekanı ve
mimarisi ile fiziksel somutluk kazanacağı düşünülmüştür. Aynı bağlamda
tiyatroya bakıldığında Atatürk’ün tiyatro sanatı ile bizzat ilgilendiği
görülür. Hatta ulusal tiyatro fikrinin Kemalizm’in temel ilkeleri ile
bağdaştırıldığı bir anlayış söz konusudur.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında
ulus inşa etme biçimindeki hayal ediş oldukça dikkat çekicidir. Mimari, müzik, resim
ve tiyatro elbette ritüeller aracılığıyla verilen mesaj, Türklüğün ezelden beri
var olduğu ve kurulan Cumhuriyet’in, dahası CHP liderliğinin bu ulusal özün
siyasi ifadesi olduğudur. Ülkeyi Osmanlı geçmişinden koparma muradı ibreyi Türk
kimliğinin ambarı olarak görülen Anadolu kültürüne çevirmiştir. Atilla ve Timur’dan
başlayarak pek çok tarihi kahraman,”Türk’ün atası” olarak seçilmiştir ve okul
kitaplarında, tiyatro oyunlarında ve anıtlarda yerlerin almıştır.
Yazılış yılları 1923-1940
arasında değişen “ülkücü oyunlar”, Kemalist ideolojinin halkta yaratmayı
amaçladığı ulusal kimliğin inşasında araçsallaşmış, Avrupa karşısında eziklik
duygusunu yenmek ve özellikle gençliğin ulusal gururunu ve kendine güvenini
güçlendirmek gibi hedeflere ulaşmada bir araç gibi örgütlenmişlerdir.Bu
hedefler yaşama geçirilirken Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası kesin olarak
reddedilmek istendiğinden, yüceltilmek istenen geçmişi Orta Asya’da arama
projesi gerçekleşmiştir.Bu projeyle bir yandan murad edilen ulus bilinç inşa
edilecek, bir yandan da Turancılığın belli öğeleri Kemalist ideoloji içine
eritilecektir. Bu amaç doğrultusunda üretilen metinlerde Osmanlı ile koparılmak
istenen bağların yerine icat edilen ya da tepeden indirilen gelenekten söz
etmek mümkündür. Aynı zamanda anılan oyunların hemen hepsinin Türk ırkının
bütün medeniyetlerin kurucu olduğu düşüncesine dayanan Türk Tarih Tezi’ni
kanıtlamak üzere örgütlendiği rahatça söylenebilir. Kuruluş dönemi mit oyunları
bir yandan da oyunlara kahraman seçtikleri tarihsel kişilikleri Atatürk’le
özdeşleştirme uğraşını edinirler. Kuruluş dönemioyunlarındaki kahraman Atatürk’ün kendisi
değilse ona işaret edecek biçimde Mete,Atilla ya da Oğuz’dur. Tüm tarihi Türk
kahramanlarının özellikleri bünyesinde toplayan Atatürk, bir biçimde bu dönem
oyunlarının da “kahramanı” olarak çizilmiştir.
İÇ-DIŞ
Ortak payda topyekün kazanılmış
olan Kurtuluş Savaş değil, savaş sırasında Anadolu’ya geçip savaşa katılanların
sadece “dış düşman”larla savaşmalarıdır. İç düşman tasavvuru Osmanlı ve
İslamiyet ile birlikte düşünülür. Tanıl Bora’ya göre Cumhuriyet’in ilk
dönemindeki Türk milli kimliğini oluşturma çabalarında kimlik oluşumunda önemli
işleve sahip olan “öteki” simgesi ne Kürtler, ne azınlıklar, ne d
Yunanlılardır. Türk kimliğinin ötekisi Türklerin tarihsel-toplumsal
gerçekliğinde içsel ve dinsel dünya görüşünü temsil eden Osmanlı olmuştur.
İslam da bu eski medeniyeti yeniden üretme potansiyelini taşıması bağlamında
dışlanmış, imparatorluğun yozlaşmış uygulamaları Araplarla özdeşleştirilerek,
Arap kimliği Osmanlı kimliğinin uzantısı şeklinde güncelleştirilip Türk
kimliğinin dışsal “öteki”sini oluşturmuştur. Aynı iz takip edilerek ulus
inşasında önemli bir görev yüklenen Türk Tarih Tezi’nin amaçlarından birinin de
Türk kimliğinin oluşturucu unsurları olmaktan çıkarılması olduğu söylenebilir.
Milli Mücadele’de iç düşman
olarak tanımlanan Osmanlı Hükümeti, Cumhuriyet’in ilanından sonra da Türk
kimliğinin ötekisi rolünü İslamiyetten başka hiçbir ötekiye kaptırmaz.
MODEL - KOPYA
Alegori kesinlik isteyen ve
arayan bir çağın ya da toplumun edebiyattan beklentilerine cevap vermek üzere
geliştirilmiş bir yöntemdir.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında
yazılmış, bugünü geçmişten beri var olduğu öngörülen ortaklıktan kalkarak
kurmayı amaç edinmiş, hem modernleşme projesini hem de ulusal kimlik inşası
için araçsallaştırılmış metinlerin de anımsama oyunu olarak inşa edildiğini söyleyebiliriz.
Buna neden olarak Türk modernleşmesinin medeniyetçilik ve milliyetçilik
ilkeleri üzerine inşa edilmiş olması gösterilebilir.
Anlatılan kahramanlık
öykülerindeki oyun kişileri ya “Türk soyunun yüceltilme iradesi” ya
“modernleşme yolunda çalışma iradesi” ya da “her tür düşmanla savaşma iradesi”
olarak çizilmiştir. İç düşman-dış düşman oyunlarının kahramanları ise
vatanseverliği temsil eden alegorik kişilerdir.Bireysel deneyim her zaman
kolektif deneyimin alegorisidr. Bireysel kahramanın kaderi daima , üçüncü dünya
kültürü ve toplumunda mücadele veren kurumun alegorik ifadesidir.Jameson
makalesinde, “Üçüncü Dünya metinleri zorunlu olarak ulusal alegorik
metinlerdir.”
Çalıkuşu’nun Feride’sinin
Anadolu’ya kaçışı, Halide Edip romanlarının coşkulu kahramanların yurt için
savaşmayı aşka tercih etmeleri gibi pek çok romanda karşımıza çıkan temalar,
gündelik gerçekliklere gönderme yapmalarının yanı sıra, aslında hep, sembolik
anlatımlar aracılığıyla, bir “ulus inşa” projesini ortaya koymaktadır.
Ulusal alegori tanımı
kahramanların bireysel kaderinin toplumunun alegorik bir ifadesi olarak
yansıması biçiminde yapılabilir. Bir ulus inşa projesinin yansıması biçiminde
örgütlenen, ulus inşa projesi dolayımında araçsallaştırılan, oyun kişisini
düşünce taşıyıcısı olarak çizen dönem oyunları ulusal alegori anahtarı ile
okunabilir.
2)Cumhuriyetin ilk yıllarında tarih yazımına verilen önemi, “Güneş Dil
Teorisiéni ve Eric Hobsbawn’ın “icat edilmiş gelenek” kavramını kısaca
açıklayınız.
Cumhuriyet yönetiminin hem eylem
hem söylem bağlamında açığa çıkardığı Türkçü eğilim “Türk Tarih Tezi” ve “Güneş
Dil Teorisi” ile en yüksek noktasında ulaşmıştır. Türk kültürünün kökenlerinin
bilimsel bir yaklaşımla ele alınması savıyla toplanan Türk Tarih Kongresi,
kongrenin katılımcılarından İhsan Şerif Bey’in “Bütün dünyaya şamil olan
medeniyetin naşir ve nakilleri de Türkler olacaktır.” Cümlelerinde somutlandığı
gibi Orta Asya’nın yerli halkının Türk olduğu savında düğümlenir. Dolayısıyla
Türk kültürünün geçmiş bütün kültürleri kapsayan, onlara yol açacak bir kültür
olduğu doğrultusunda bir eğim belirir. Türk Tarih Kurumu 1930’lar boyunca,
“Türk ırkının bütün medeniyetlerin kurucusu olduğu” düşüncesine dayanan ve
“bugünün dünde kuruluşu” denebilecek Türk Tarih Tezi’ni geliştirerek ulusal bir
kendine güven duygusu yaratmaya çalışırken, öte yandan 1932’den itibaren ulusal
kimliğin temel taşı olarak dil birliğinin vurgulanması doğrultusunda çalışır.
Böylece “Türk ırkının dünyadaki en eski ırk olduğu” yönündeki Türk Tarih Tezi
paralelinde “hemen hemen bütün dillerin Türkçeden türediğini” ileri süren Güneş
Dil Teorisi geliştirilir.
Hobsbawm’a göre icat edilmiş
gelenek, bir takım kurallar, ritüeller ve semboller yoluyla çevrelenmiş, tekrar
edilen davranış biçimleri yerleştirmeyi amaçlayan pratiklerdir. Dolayısıyla
icat edilmiş gelenek, geçmiş ile bir sürekliliğe işaret eder. Gelenek
meselesine bakıldığında; aslında tüm geleneklerin gerek Batılı gerek Batı
dışındaki toplumların hepsinde icat edildiği, başka bir ifadeyle bilinçli bir
biçimde öne çıkarıldığı görülür.Ancak Batı ile Batı dışındaki toplumlarda icat
edilmiş geleneğin önemli bir farkı, Batı dışındaki toplumların gelenek icat
ederken geçmiş ile sürekliliği yitirmiş olmalarıdır. Ayşe Kadıoğlu, bu durumu
icat edilmesinden çok “geleneğin tepeden indirilmesi” olarak niteler. Özellikle
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında ulusal kimlik inşa edilirken geçmiş ile
süreklilik kırılmış, Cumhuriyet’in kurucu seçkinleri sil baştan bir inşa sürecine
girmişlerdir. Kadıoğlu, böylece tepeden inme kimlik inşası ile Türkiye
Cumhuriyeti’nin tarihsizlik zihniyeti ya da bellek yitirme hastalığı arasında
da bir bağ kurar.
KAYNAKÇA
1)Ulusal Kimliği Tiyatro İle Kurmak, Elif Çongur,
2017
2)Türk Tiyatrosunda Garbiyatçı Fantezi, 2014
3)Cumhuriyetin 75. Yılında Türk Tiyatrosu, Tarih
belirtilmemiş
4)Zaman Zemin Zuhur, Beliz Güçbilmez, 2006
5)Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu, Metin And,
1983
1)Metin And’ın tanımlamasıyla
halk tiyatrosu ve köylü tiyatrosunu tanımlayınız, aralarında nasıl bir ilişki
vardır?
Geleneksel Türk tiyatrosu
denildiğinde hem köylü tiyatrosu geleneği, hem de halk tiyatrosu geleneği
anlaşılmaktadır. Ancak, hemen belirtelim ki "köylü" ve
"halk" kavramları birbirinden ayrı düşünülmemelidir. Köylü aynı
zamanda halktır, halk da köylü kökeninden olabilir (And, 1985).
Yukarıda yapılan ayrımın nedeni köylü tiyatrosunun daha içe kapalıolmasıdır.
Kırsal kesimde, dar bir çevrede yaşayan insanların kendi aralarında belli
zamanlarda oynadıkları sözlü ya da sözsüz oyunlardır. Sahnesiz ve ortada
oynanır. Özel bir oyun yeri yoktur. Basit giysi ve araçlarla rol kişileri
canlandırılır. Törensel yanın öne
çıkarıldığıbu oyunlarda, genellikle üretim, bereket, doğum, ölüm
konularıişlenir.
Köylü tiyatrosu geleneği işlevleri bakımından kutlama törenlerinden (kut
törenlerden) kaynaklandığı için halk tiyatrosu geleneğinden ayrılır. Oyunların
topluca yaratıldığı ve seyircilerin de oyunlara katıldığı görülür.
2) Ak-Kara öğesi nedir? Kökeninde
ne yer almaktadır?
Seyirlik oyunlarda kullanılan en
yaygın ögeler, ak-kara ögesi ve erotik ögedir.
Değişik yörelerde değişik biçimlerde ve işlevlerde oynanan seyirlik oyunları
yedi öbekte toplamak olasıdır:
1. Kut tören ve söylence kaynaklı oyunlar - gerçekçi oyunlar,
2. Ölüp dirilme ve kız kaçırma oyunları,
3. Yılbaşı ve yıl sonu oyunları,
4. Tarımsal oyunlar - çoban oyunları,
5. Hayvan taklitli oyunlar,
6. Dilsiz oyunları - kukla, şaka oyunları,
7. Tek ve çift izlekli oyunlar - dizi oyunları (And,1985). Seyirlik oyunlarda taklit en
önemli özellik olarak yansır. Çatışma ve kişileştirme taklitle sağlanır. Sözlü
veya sözsüz oyunlarda bir eylemin veya rolün taklidi söz konusudur. İlkinde
eylem olarak olay dizisi, ikincisinde ise insan, hayvan, bitki ve cansız
nesneler taklit edilir. Bir başka özellik ise sözlü oyunların belli bir metne
bağlı olmadan doğaçtan oluşturulmasıdır. Seyirlik oyunlarda dans, müzik, şiir
ve soytarılırın birbirinin içine girdiği görülür. Seyirlik oyunlar her yönüyle
"göstermeci tiyatro" özelliği taşır.
Temel izlek olan ak - kara
çatışması, mevsim dönüşümünü simgeleyen kız kaçırma ve kızın kurtarılması
öğeleri olduğu gibi kalır. Köy seyirlik oyunlar da ortaoyunları gibi benzetmeci
değil göstermeci, özdeşleşmeci tiyatro gibi kapalı değil, epik tiyatro gibi
açık biçemdedir. Açık biçem, yani anti illüzyonist bir üsluptur. Açık biçemde
illüzyon yaratılmaz, diğer bir deyişle seyirciye yalan söylenmez, seyirci
kandırılmaz, konvansiyon anlamında da olsa seyircide bir büyü yaratılmaz. Tam
tersi, açık biçemde, her şey seyircinin gözü önünde cereyan eder, oyuncular
gizlenme gereği duymadan seyircinin gözü önünde rollerine (kılığına)
girerler.
3) Ölü-Dirilme, Kız Kaçırma ve
Yeni Yıl oyunlarının ortak tabanı nedir?
Binlerce yıl önce Anadolu
insanları, geçimlerini günümüzde de olduğu gibi tarımdan sağlıyorlardı. Ekim
yapılmadığı kış ayları onlar için kıtlık zamanlarıydı. Yaz ayları ise tam
bolluk ve bereket dönemleri idi. Kıtlık, karanlıkla özdeşti, kara ile
simgeleniyordu. Bolluk ise beyazla özdeşti, beyaz ile simgeleniyordu. Mevsimler
arasındaki bu ak-kara çatışması köy seyirlik oyunların temel yapısını
belirliyordu.
Günümüze kadar gelen köy seyirlik oyunların büyük bölümü işte bu ak-kara
çatışması üzerine kuruludur. Özellikle Sivas köylerinde karşılaştığımız
"saya gezme" adı verilen ritüelde, yazı ve kışı simgeleyen aklar
giyinmiş genç kız ile yüzü karaya boyanmışa "Arap" ve onların peşine
takılan çoluk çocukla dolu bir alay, köyde kapı kapı dolaşır, her evden geçen
hasattan kalma hububatı toplar, köy meydanında bu hububat pişirilerek tüm
köylülerce yenir. Hemen arkasından oynanan köy seyirlik oyunun da Arap, genç
kızı kaçırır. Sonra da kızın yakınlarının genç kızı yeniden bulmasıyla şenlik
yapılır. Arap kovalanır, böylece kış ayı kovulur, yazın gelmesi coşkuyla
kutlanır, genç kız evlendirilerek düğünü yapılır. Az önce genç kızın
kaçırılmasına üzülen, yas tutan seyirciler, az sonra, genç kızın Arapın elinden
kurtulmasıyla sevinir, hep birlikte halay çekerek, dans ederek bu olayı
kutlar.Seyirlik oyunlar ilkel bir tiyatro örneğidir. Sanat kaygısından çok
toplumsal ve dinsel açıdan işlevseldir.
1)Aiskhylos, Sophokles ve Euripides’in
tragedya yazarlığını Elektra mitosu üzerinden Karşılaştırınız.
Elektra mitosu, Aiskhylos’un Adak Sunucular oyunu ile Sofokles’in Elektra
oyunlarında da işlenmiştir. Elektra, Adak Sunucular’da daha tanıma sahnesinin
ve kommos’un hemen ardından oyun dışı kalması, asla bir merkez figür olmadığını
gösteriyor. Sofokles’te ise başkahramandır. Ancak Aiskhylos ile Sofokles,
Klytaimnestra’nın öldürülmesini böyle olağanüstü bir olayın boyutu nedeniyle de
destekleyen büyük bir yücelikle çevrelemişlerdir. Yani intikam eylemi
yüceleştirilmiştir. Büyük laflara hep ters tepki veren Euripides ise gerek
eylemi gerekse eylem koşullarını acımasızca gündelik ölçülere indirgedi: olay
yeri, diğer oyunlardaki gibi Miken kral sarayı değil, Argos’un kırlık bir
yerinde herhangi salaş bir köylü evidir; Elektra burada, annesinin kara
vicdanını kişileştirerek karalar giymiş ama soylu, sarayın koridorlarında gidip
gelen, yaşamının anlamını buradan çıkarmış yaslı bir prenses değil, ailesi bir
zamanla Miken’de saygın olan yoksul bir köylünün paspali yırtık, pırtık köylü
giysisi içindeki sıkıntılı karısıdır. Sofokles, anne katilliğini Aiskhylos’tan
çok daha kesinlikle- Apollon’un emri olarak haklı gösteriyor. Oysa Euripides’te
anneye verilen ceza haklı ancak bunu yapanların kendi çocukları Elektra ve
Orestes olmaları haklı görülmez. Tanrılar anneyi öldürme emri verseler de bu,
insanı kurtarmaz. “Bu emri veren tanrılar acaba ne kadar akıllı?” diye
sordurarak bireyin tanrılara körü körüne boyun eğmesini eleştiriyor. Bireyin
kendi karar ve davranışlarını bağımsız olarak vermesi gerektiğini savunuyor.
Euripides yaşadığı topluma getirdiği eleştiriler ve sahip olduğu
protestocu tutumla diğer tragedya yazarlarından (Aiskhylos, Sofokles vs.)
ayrılır. Elektra, yazarın bu farklı dünya görüşünün örneklerinden biridir.
Euripides’ten evvel Elektra malzemesi, Aiskhylos’un Adak Sunucular oyunu ile
Sofokles’in Elektra oyununda işlenmiştir. Adak Sunucular’da Elektra, Orestes
ile karşılaşmasından (anagnorisis) hemen sonra kaybolur. Sofokles’in
Elektrası’nda ise başkahramandır. Euripides, tanrı inancı ile anne katilliğinin
veya kandaşı öldürmenin gerçekten ne demek olduğunu sorguluyor ve okuyanları
bunu düşünmeye sevk ediyor. Sofokles’te Elektra’nın intikamı yüceleştirilip, “hero”
statüsü korunurken, Euripides hem mekân seçimiyle hem de karakterlerin
psikolojik yapısını incelemesiyle esere adeta bir dram özelliği kazandırıyor.
Bu anlamda Euripides ilk modern ve karakterlerini psikolojiyi gözeterek yaratan
ilk oyun yazarı kabul edilir. Euripides, tragedya yazarlığında, mitosları
keyfince yorumlamış ve değiştirmiş, tragedyaları çözüm sunmaksızın, ahlaki
sorunları, “salt çelişkiler” olarak gündeme getirmiştir. Çelişkileri gösterip,
reçete sunmama tercihi, Euripides’i hem kendi döneminin yazarlarından ayırarak
ilk modern yazar haline getirmiş, hem de dünyayı bütün acılığıyla saptayıp
gösteren ve bu saptamaya acı acı gülünmesini sağlayarak tiyatro tarihinde
sarsılmaz yerine oturmuştur. İzleyici artık tümünü bildiği bir oyunla değil, bir
sonraki sahnede ne olacağını kestiremediği bir oyunla karşı karşıyadır seyirci.
Karakterde psikolojiyi getiren ilk oyun yazarıdır. Karakterleri gökyüzünden
yeryüzüne indirmiş. Karakterleri daha gerçekçidir. Euripides’in tanrıları
insanın kendi sahip olduğu güçlerdir.
AiskhylosveSofokles’insitetoplumuna
ne kadar bağlı ise, Euripides bir o
kadar uzaktır.
2)Tragedyanın
üç yazarını kahramana ve koroya yaklaşımları bakımından karşılaştırınız.
Mitosların evrenini kendine konu edinen ve bu büyüsel evren içinde edebi
olanı ortaya çıkaran tragedya sanatıyla Aiskhylos’ta Yunan halkının ‘tanrılara
olan inancı ve güveni tazelen-miş’; Sophokles’te ‘acıma ve korku’ duyguları
açığa çıkmış; Euripides’te ise ‘kutsal olandan dünyevi olana kayarak
kar-şıtlıklar ve çelişkiler’in ortaya çıkmasıyla tragedyanın ‘yüce-lik’ine
darbe indirilmiştir.
Aiskhylos’un kahramanlarının tragedyası, yıkıcı bir yanlışın içinden
geçerek okurun kar-şısına çıkar. Yazarın trajik olarak nitelendirdiği hata,
oyun kahramanlarında ‘günah’ ve ‘ceza’ kavramıyla ele alınır. Te-mel problem
bir ahlâki sorunu tartışıp çözüme bağlamak-tır. Aiskhylos’un kahramanları için
seçtiği son, oyundaki ‘günahkâr’lar için asla “mutlu” bir son değildir.
Aiskhylos’a göre ‘özgür seçim’, insanın baş yetkisidir. Böylece insan ‘özgür
seçim’ karşısında sorumluluk da yük-lenmiş olur. Yunan korosuna ise oyunun
sonunda şun-ları söyletir: ‘Gün aydınlandı, şafak yakındır.’. Yani, Orestes’in
eylemiyle birlikte dünyaya yeni bir aydınlık, açıklık ve bakış gelmiştir” (May,
1992: 123). Burada şu da açıktır ki, üstü ör-tük bir biçimde tanımlanan devlet;
adaleti sağlayan, sonsu-za dek akıp gidecek bir ‘şiddeti sona erdiren nihai
şiddet’ olarak gösterilir. Tam anlamıyla Sunu Taşıyanlar oyununda özetlenen bir
niteliktir bu: Yani devlet, . Dolayısıyla Aiskhylos, bütün Atinalıların bildiği
mitsel ve kültürel geleneğe uyar. Doğru düşünmek, dönemin ideolojisine göre
düşünmek ve hareket etmektir. Doğru hareket varolan sisteme uymak, sistemi
varolan dü-şünceyle desteklemek ve dışına çıkmamaktır. ‘haksız davranma hakkına
sahip’ bir Deux ex Machina olarak karşımıza çıkar (Arıcı, 2011: 8).
Sophokles’in oyunlarında ise mitos kahramanları, için-de bulundukları
durum ve gerçekleştirdikleri eylemle ön plana çıkmışlar ve bu yolla trajik
niteliklerini kazanmışlar-dır. Sophokles’in yarattığı karakterler aşırı
tutkuludurlar. Bu aşırı tutkulu oyun kişileri (kahramanlar) toplusal dengeyi
tutkularıyla bozmakta ve kendi cezalarını yine kendilerinin vermesiyle de karşı
koyulan düzeni kendi sonlarıyla tekrar kurmaktadırlar. Sophokles’in Antigone
oyununda “Antigo-ne” bütün bu yasaların savunucusu konumundadır. Sophokles’in
bakışı Aiskhylos’a göre daha rasyonel ve tamamen olmasa da mitoslardan daha
uzakmış gibi görünse de, göksel evrenin yasalarından da kopmuş değildir. Çünkü
Sophokles, aklı; tanrıların insanlara verdiği bir lütuf olarak görür. Akıl,
mitos yerine tanrılar tarafından insana sunulan-dır. Bu nedenle insan bu lütfu
kendisine ait olmayan bu akıl yetisini dikkatli kullanmak zorundadır. Aksi
takdirde tanrılar bunu geri alabilirler. Lütuf olarak bakılan bu akıl daha
sonra Rönesans’ta aklın keşfedilmesiyle birlikte saf mit’in yerini alacak ve
mitlerin alaşağı edildiğinin altı çizilerek ‘akıl’ mit-leşecektir. İnsan aklı
ile yasaları ve tanrıları saymalı, onlara itaat etmeli ve verilen aklın
sınırlarını kullanırken ölçülü olma-lıdır. Mitosun yerini alan akıl, ahlâki ve
toplumsal kuralları uygulamak ve devletin düzenine uymak zorundadır. Akılla
birlikte gelen, gurur, kibir ve isyan duyguları, insanı esir al-mamalı insan
aklını kontrol etme yetisine sahip olmalıdır. Her toplumda iki tarafında
ol-duğunu düşünecek olursak; yeni fikirler ve ahlaki iç görü-ler getiren
etkilerle, geçmişin değerlerini korumaya çalışan kurumlar karşı karşıya
gelecektir. Yazar da bunları karşı karşıya getirerek ya yeni bir fikir sürer ya
da var olan eski biçimi bir şekilde devamı için över. Çatışmanın vazgeçilmez
öğesi de budur. Ancak Sophokles bu çatışmanın sonucunda birey tragedyalarına
önem verir ve kahramanları üzerinden mesa-jını aktarır. . İki karşıt güç olan
tanrısal ya da toplumsal alın-yazısı yer değiştirir ve ezilen bireyin
alınyazısı devreye girer. Her şey her an değişebilir ve tersine dönebilir, ne
iyi ne de kötü bir durumun sürekliliği vardır, değişim kaçınılmazdır ve bunu
belirleyecek olan tanrısaldan çok toplumsal faktör-lerdir. Antigone ya da
Oedipus’un öyküleriyle Sophokles, insanların her şartta ahlakça yetkin ve
erdemli olabilmeleri için anlatır mitosları. Onun kahramanları kendilerinin
çizdiği yolda büyük bir yalnızlığa ve yok oluşa itilirler. . Antik Yunan
top-lumunda devlet yönetiminde geleneklerle çatışmayan bir düzenin
oturtulmasını sağlamak o toplumu oluşturan her-kesin sorumluluğundadır. Bu
sorumluluk Sophokles’in Oi-dupus ve Antigone oyunlarındaki kahramanlar aracılığıyla
vurgulanmıştır.
Euripides’e
göre tanrıların sesi insanların sesini baskı altına almamalıdır. Bu nedenle
Euripides’in oyunları mitsel temelinden oldukça uzaklaşmıştır. Örneğin Orestes
söylen-cesini, Aiskhylos’ta olduğu gibi mutlu bir sonla değil insan-lığın büyük
bir çıkmaza sürüklendiği trajik bir sonla bitirmiş-tir. Euripides insanların
tanrıların elinde nasıl bir oyuncağa dönüştürüldüğünü seslerinin, isyanlarının
nasıl bastırıldığını göstermek için Orestes oyununda tüm karakterlerini birer
kurbana çevirmiştir. Tanrıların dili yerine insanların diliy-le onlara seslenen
Euripides tragedyanın mistik, mitolojik olan bütün yanlarını dağıtmış, bireyin
dünyasının keşfi ve toplumsal olaylara karşı akılcı bir bakış açısıyla,
felsefenin konuşma kalıplarını sahneye taşıyarak gerçekçi olarak
nite-leyebileceğimiz bir sanat anlayışı doğurmuştur. Mitolojik karakterleri ve
öyküyü ele alsa da onları ters yüz eder. Örneğin, Orestes tragedyasını
demokrasinin yoz-laşması olarak ele alır. Söylencenin mitolojik temelinden uzaklaşarak,
tanrıların aracılığına ihtiyaç duymaz ve oyunu mutlu sonla bitirmez. .
Politikaların halkın tutku ve duyguları yönünde gelişen bir devlette hiç-bir
değerin geçerliliğinin kalmadığının altını çizer. Bu neden-le Orestes bir
kahramandan ziyade Atina’nın genç politika-cılarını simgeleyen biri olarak
gösterilir. Toplumun kendi içinde barındırdığı çelişkileri oyunla-rında çok iyi
bir şekilde resmeder ancak önerebileceği bir çözüm yoktur. Mistik olan evrenin
dağıldığını, yeryüzüne indirdiği tanrıların -kötü yürekli tanrıların- gerçekte
insanla-rın yansımaları olduğunun altını çizer. Mito-lojik olaylar tragedyanın
merkezinde yer alsa da bu olayları oluşturan tanrısal bakışı ve zihniyeti
oyunlarından kovmuş, bunun en belirgin örneklerini ise kadınları olayların
kahra-manı olarak göstermesiyle vermiştir. Kadınlar onun traged-yalarıyla
beraber, gerçekçi ve güncel yüzleriyle oyunlarda yer almıştır. Aiskhylos’un ve
Sophokles’in yarattığı karakter-ler, yüce değerler taşıyan, güçlü, soylu,
erdemli ve ahlâklı kişilerdi. Oysa Euripides yüce kahramanlar yerine sıradan
insana da oyunlarında yer vermiştir. “Savaş kahramanları ye-rine, aşağılık
serseriler; vatanseverce davranış yerine “seks ve cinayet”; sapına kadar erkek
olanlar yerine yalaka dolan-dırıcılar! Tragedya idealler ülkesinden lağıma
dönmüştür (Latacz, 2006: 255).
Aiskhylos ve Sophokles
tragedyalarında didaktik bir önerme sunarken Euripides soru sordurmayı,
eleştirel bakmayı yeğlemiş ve seyircisine de bunu göster-miştir. “Oyunları bir
bütün olarak ele alındığında Euripides’in ahlaki, siyasi, düşünsel ya da dinsel
olarak neyi savunduğunu kesinlemek zordur. Euripides’in soyut düşüncelerden
zevk alan bir entelektüel mi, insan psikolojisine meraklı bir ger-çekçi mi,
yoksa örneğin Olimpos dinine karşı duran bir akılcı mı olduğuna karar vermek
olanaksız görünür” (Güçbilmez, 2005: 46).
3)Tragedya ve trajik olan arasında ne fark vardır? Günümüzde
tragedya yazılı rmı?
Tragedya ,tanrı Dionysos adına söylenen ezgilerden oluşmuştur. Trajik
olan da bir değerin(yasalar) yok olması ve bu değeri yok edenin bir başka değer
(kardeşini gömmek) olmasındandır. Tragedya, çeşitli evrelerden geçerek günümüze
kadar gelmiş olan bir türdür. Zaten dünyada insanoğlunun trajikliği, doğasal,
toplumsal evrende uzlaşmaz, karşıtlık çatışma ve yıkımlar yer aldıkça (örneğin
savaşlar, bireyin sömürülmesi, yabancılaşma vb.) trajik görüş ve trajik durum
da yepyeni anlatım tarzlarında kendine bulacak, kısacası, drama olarak tragedya
anlayışı sürecektir (Çalışlar, 2009: 413-414). Çağdaş bir örnek vermek
gerekirse, “tragedya insanın doğru ve anlamlı yaşama mücadelesidir” fikrinden
yola çıkarak oyunlarına psikolojik, toplumsal ve yönetimsel bir yön kazandıran
Amerikalı dram yazarı Arthur Miller, Satıcının Ölümü adlı oyununda, örgütlerin
kendi çalışanlarını tüketip sömürmesini, ihtiyaç duyduğu şeyi alıp kullandıktan
sonra geri kalanı bir tarafa atması konusunu işlemektedir. Elbette istisnalar
vardır ama örgütün her kademesindeki birçok işçi ve yönetici, sağlığının ve
kişisel hayatının, modern örgütlerce yaratılmış sunaklarda kurban edildiği bir
durumla karşı karşıya kalmaktadır. Oyundaki kahramanın hikâyesi, sonucu
bakımından aşırı bir örnek olmakla birlikte, özü bakımından aşırı değildir.
Günümüz dünyasında bireyler ve hatta bir bütün olarak topluluklar, hizmet
ettikleri örgütler artık kendilerine ihtiyaç duymadığı zaman, bir tarafa atılma
durumuna düşmektedirler (Morgan, 1998: 344, Aktaran Keskin, 2012: 259).
4)Tragedyada trajik hata, baht dönüşü ve pathos kavramlarını
oyunlardan örneklerle açıklayınız.(Oyun incelemelerim ile desteklenecektir.)
Trajik
hata(Hamartia): Tragedyanın konusu olan kişi ne erdem ve ahlak bakımından
öteki insanlardan üstündür ne dekötülüğü ya da acımasızlığı yüzünden mutsuzluğa düşmüştür. Ama bir
yanılgı nedeniyle mutsuzluğa yuvarlanmış kişidir.
Hagop Vartovyan’ın (Güllü Agop) kurduğu Tiyatro-i Osmani’de, Âli
Paşa’nın aradığına benzer bir ortam oluşum halindeydi. Repertuarı hem Ermenice
hem Türkçe oyunlardan, sadece yazar ve çevirmenleri değil oyuncu kadrosu da hem
Ermenilerden hem Müslümanlardan oluşan Hagop Vartovyan tiyatrosu, bu şekliyle
Osmanlı’nın daha önce benzerini tecrübe etmediği, e!i görülmemiş çok kültürlü
bir deneyimi müjdeliyordu. O güne kadar Osmanlı’nın merkez kentlerinde
(İstanbul, İzmir, Bursa), birbirinden bağımsız özerk damarlar şeklinde
örgütlenen tiyatrolar, ilk defa şimdi İstanbul’da, farklı milletlerden yazarlar
ile oyuncuların beraber ürettiği ve imparatorluğun farklı unsurlarına aynı anda
seslenen bir yapı oluşturuyorlardı. Tiyatro-i Osmanî beraber üretilecek,
tartışılacak, konuşulacak bir toplumsal-kültürel imkânın adıydı. Nihayetinde
klasik devlet ve toplum yapısı çürümekteyken, “ithal” edilen modern bir
sanatsal/siyasal araç olarak tiyatro, yeni oluşmakta olan modern kamusal alanda
birbirinden uzak yaşayan farklı gruplar için yeni iletişim imkânları açıyor,
onları bir araya getiriyordu.
Hiç şüphe yok ki bu bir araya getirme sorunsuz, eksiksiz, kavgasız
değildir. Tam tersine tiyatral alan 19. yüzyılın değişen toplumsal-yönetsel
yapılarına da bağlı olarak devrin bütün çatışmalarını içinde taşımakta ve ifade
etmektedir. Eski devlet yapısı ile arzulanan ama ne olduğu tam kavranamayan
yenisi arasındaki; eleştirilen ama bazen de masallaştırılarak yüceltilen eski
gündelik ya!amla hem korkulan hem de arzu edilen modern yaşam arasındaki;
kısacası yerlilik ve Batılılık arasındaki çatışmalar tiyatral alanda temsil
edilmektedir. bulmuştur. Dolayısıyla zaten Osmanlı içinde bir kriz dönemi
vakası olan tiyatro, diğer şeylerin yanında imparatorluğun içinde bulunduğu
krizin farklı yönlerinin eşzamanlı bir dillendiricisidir.
Öte yandan, Osmanlı’da modern tiyatro tecrübesini eşsiz yapan sadece
onun Osmanlı’nın 19. yüzyıl krizini anlatan bir göstergeler haritası sunuyor
olması da değildir; aksine, tiyatral alan içinde bu göstergeler haritasına bir
söyleşmeler- diyaloglar örüntüsü de eşlik etmektedir. Daha açık bir ifadeyle,
Osmanlı tiyatrosu bütüncül bir yapı olarak teksesliliğin kırıldığı, uluslaşma
sürecinde giderek birbirinden uzaklaşacak hatta kopacak unsurların konuşma ve
birbirini anlama imkânı bulduğu bir alan sunar. Çünkü Osmanlı Ermenileri,
Müslümanları ve hatta ülke içindeki Batılı unsurlar (özellikle Levantenlerin,
yeni kurulmuş yabancı okulların, tiyatroyu popüler yapan gezici İtalyan,
Fransız ve Alman kumpanyaların etkisiyle) modern Osmanlı tiyatrosunu hep
beraber var ederken, belki de ilk defa gerçek bir karşılıklı tanıma
tecrübesinin içinden geçmektedirler.
İşte İstanbul’da modern tiyatro edebiyatı böyle bir çoğul tiyatro
ortamının içinde doğmuştur. Krizin içinde yol bulmaya çalışan, bu noktada
toplumsal sorumluluk duyan entelektüel-sanatçı, bir dert anlatma yolu olarak
tiyatroyu coşkuyla sahiplenecek, Ermenicede 1850’lerin ba!ından Türkçede
1860’ların ortasından itibaren ciddi bir dramatik yazarlık faaliyeti
görülecektir. Ermenicenin ve Türkçenin modern yazarları hem içinde bulundukları
kriz durumunu hem de bu krize alternatiflerini ellerindeki bu modern edebi
araçla anlatmanın gücüne inanacaklardır.
Oyun Yazarları
Güllü Agop, Türk tiyatrosunun
gelişmesinde önemli rol oynamış bir tiyatrocu. Tiyatrosunda sergilediği çeviri
oyunların yanısıra Ebüzziya Tevfik, Direktör Ali Bey, Recaizade Ekrem,
Namık Kemal, Ahmed Midhat Efendi gibi döneminin önde gelen yazarlarına
ısmarladığı ya da onlardan oynadığı oyunlar Türk tiyatro dilinin gelişmesine
katkıda bulundu.
Teodor Kasap 'ın ve Ahmed
Vefik Paşa 'nın Moliere uyarlamalarını da geniş kitlelere
tanıttı. Müslüman oyuncuların da topluluğuna katılması için çaba gösterdi.
Tiyatrosunda Yetişenler
Ünlü oyunculardan Ahmed Fehim,
Ahmed Necib, Muhterem Efendi, Mehmed Vamık gibi ilk Türk tiyatro
oyuncuları onun yanında yetişti. Kel Hamid, Kavuklu Hamdi, İsmail Hakkı,
Küçük İsmail gibi ünlü tulûatçılar da gene Gedikpaşa Tiyatrosu'ndan
yetişen sanatçılar arasındadır.
Sahnelediği Ünlü Oyunlar
Güllü Agop'un tiyatro sahnelerine taşıdığı
çok sayıda oyundan bazıları şunlardır:
Leyla ile Mecnun (1869)
Zor Nikahı (1869)
Tosun Ağa (1870)
Ayyar Hamza ( 1871)
Vatan (1873)
Pinti Hamid (1873)
Baba Himmet (1874)
Direktörün Hali (1875)
AHMET VEFİK PAŞA’NIN BURSA TİYATROSU
Başvekillik görevinden alındıktan sonra 1879 da Bursa valisi olarak
atanan Ahmet Vefik Paşa dönemin kültür yaşamında belirleyici olmuş önemli
devlet adamlarından biridir. Üç yıllık valiliği sırasında Bursa tiyatrosunu
kurmuştur. Moliere, Voltaire, Hugo ve Lesage'den yaptığı çevirilerin yanı sıra,
uyarlamaları ve bir tane de kendi oyunu vardır. Ahmet Vefik Paşa gibi Batılı
Tiyatro geleneğine gönül vermiş ve gelişmesi, yerleşmesi için çaba göstermiş
başka devlet adamları da dönemi etkilemiştir.
Ahmet Vefik Paşa sadece batılı tarzda uyarlama yapmamış aynı zamanda
tiyatro kültürünü batılı tarz kurallarla seyircinin –zorunlu- kullanımına
sunmuştur. “Tiyatro Seyretme Kültürü ve Kuralları Konusunda A. Vefik Paşa’nın
Tavrı” bölümünde de anlatacağımız gibi A. Vefik Paşa, seyirci için çeşitli
kurallar oturtmaya çalışmıştır. Yine tezimizin “Sonuç” kısmında belirteceğimiz
gibi; Ahmet Vefik Paşa’nın getirmeye çalıştığı tiyatro seyretme adabı, Muhsin
Ertuğrul tarafından hayata geçirilecektir.
Tiyatroya olan hevesini ve coşkusunu yeni atandığı bu kentte de
kaybetmemiş olan Paşa, dönemin tiyatro oyuncularından Fasulyacıyan, Hiranuş,
Koharik Şirinyan gibi isimleri Bursa'da izledikten sonra, onları ertesi gün
makamına çağırmış ve; “Size bir tiyatro yaptıracağım, eserler vereceğim ve
onları oynayacaksınız, yaptıracağım tiyatroya para vermeyeceksiniz, sadece
Gureba (yetimler) için yılda iki oyunu onların hayrına oynayacaksınız”
demiştir. Bu olayı aktaran o zamanların ünlü tiyatro oyuncularından biri olarak
bilinen Ahmet Fehim Efendi'dir. Bundan sonraki aşamada Paşa, Moliére'in bütün
oyunlarını tercüme etmeye başlar, Bursa tiyatrosunun tüm masrafını da öder.
Paşa görevinden azledildikten sonra hakkında övgüler yazmakla ünlü gazetelerden
“Tercüman-ı Hakikat”'te, valinin dillerde dolanan ve garip sayılan hallerine
iki tane daha ilave edildiği yazılmıştır. “Paşanın uykusu kaçtığı geceler,
odasında sabaha kadar yüksek sesle Moliere'den Fransızca pasajlar irşad etmesi
de yine o devirde bir başka manyaklık sayılmaktadır. (Aktaran Tekerek) “, ancak
gazetede özellikle iki tuhaf huyundan daha söz edilir:
1. Halkı cebren tiyatroya sevk ediyor.
2. Kendisi el çırparsa halkın el çırpmasına izin veriyor, kendisi alkışlamamış
da halktan biri alkışlamışsa adamı açıkça eleştiriyordu. Kısacası Ahmet Vefik Paşa'nın görevinden alınmasına yol veren nedenlerin
başında tiyatro yaptırması, sanatı koruması, piyesler oynatması, aktörlerin
parasını devlet bütçesinden ödemesi gibi genelde kapısı tiyatroya açılan
sorunlar gelmektedir.
KÜÇÜK İSMAİL EFENDİ’NİN HANDEHANE-İ OSMANİ KUMPANYASI
Dönem sonuna dek arada bir kendini gösteren kısa ömürlü toplulukların
dışında Mınakyan’ın Osmanlı Tiyatrosu veya Osmanlı Dram Kumpanyası en önemli
topluluk olma görevini koruyabilmiştir Özellikler Handehane’i Osmanlı
toplulukların en önemlisidir. Kendi oyun dağarcığı ve oyun kadrosu ile
oyunlarını sahneliyordu. Mınakyanla Küçük İsmail’in birlikte çalıştıkları
döneme ait elimizde bir Güzel Elen el ilanı bulunmaktadır. Küçük İsmail Efendi
ise ortaoyununda önce taklitli rollere, daha sonra pişekâra çıktı. Kavuklu
Hamdi ile çalıştı. Bursa’da Ahmed Vefik Paşanın himayesinde yapılan tiyatro
çalışmalarına katıldı; çeşitli tiyatro topluluklarıyla Edirne Halep, Beyrut,
Mersin, Trabzon, Mısır ve başka yerlerde temsiller verdi.
Çeşitli sanatçılarla birlikte topluluklar kurdu, bunların en önemlisi
Temaşahanei Osmanî kumpanyasıdır. Ayrıca Abdürrezzak ile çalıştı. Opera,
operakomik, operet temsilleri verdi. Çalışmalarını Meşrutiyet döneminde de
sürdürdü, önemi, Kavuklu Hamdi karşısında pişekâr olmasıdır.
HAMDİ EFENDİ’NİN HAYALHANE-İ OSMANİ TOPLULUĞU
Hayalhane-i Osmanlı kumpanyası olarak, Kavuklu Hamdi’nin Aksaray Yeşil
Tulumba’da 1875 yılkında kurduğu tiyatro topluluğu olmaktadır.Kumpanya yılın
sadece birkaç ayı yapılarak diğer zamanlar aktif olmuyordu. Orta oyun
metinlerinden sahnelere yer alan oyunlar sahnelenirdi.
Üç yüz kişi kumpanya salonuna gelmesi ile locada yerini alırdı. Gülü
Agop, suflörlü oyun tekelini elde tutarak hareketlilik sağlamaktaydı. Dönemin önemli eserleri olan sahnelenirdi.
Kumpanya ile herkese hitap eden oyunlar oynanarak insanlara hitap ederdi.
Çıngırak, Pinti Hami, İşkilli Memo, Madam Angot’nun Kızı gibi eserler sahnelere
uyarlanarak sergilenmişti. Topluluk olarak insanlara hitap eden alanlarda
düzenlenirdi. Hayalhane-i Osmani kumpanyası adı altında insanlara hitap edip
dönemin önemli isimleri sahnede yer alarak tanınmışlardır.Hamdi Efendi’nin
biyografisine bakacak olursak:
1882’de Şehzadebaşı’ndaki Mehmet Efendi’nin tiyatrosunda bir gösteri
sırasında locaların çöküp can ve mal kaybına yol açmasıyla, zaten kuruntulu bir
kişiliği olan Hamdi Efendi çok korktu, uzun bir zaman kapalı salonlarda
oynamadı. 1884’e değin yalnızca açık havada ortaoyunu gösterileri yaptıktan
sonra Küçük İsmail Efendi ile birlikte kurdukları Temaşahane-i Osmanî topluluğu
ile yeniden tuluat yapmaya başladılar. Topluluk, Afife Anjelik ve Ay yar Hamza
oyunlarını sergiledikten sonra dağıldı.
Hamdi Efendi, gene uzun bir süre yalnızca ortaoyunu ile ilgilendi. Kış
aylarında Şehzadebaşı, Beyoğlu ve Aksaray’daki çeşitli salonlarda, yaz
aylarında ise kentin çeşitli semtlerinde açık havada gösteriler yaptı. Bu
yıllardan sonra Hamdi Efendi, pek az sayıda olmak üzere bazı tiyatro topluluklarında
da roller aldı. Bu toplulukların en önemlisi, 1897’de Ali Rıza Efendi
(1860-1928) ile birlikte kurduğu ve ancak bir yıl sürdürebildiği Meserrethane-i
Osmanî oldu.
Ortaoyununun önde gelen adlarından biri olan Kavuklu Hamdi, tuluat
tiyatrosunda da aynı başarıyı göstermiş ve geleneksel tarzın en önemli
oyuncuları arasında yer almıştır.
TANZİMAT VE MEŞRUTİYET DÖNEMİNDEKİ
TİYATRO TOPLULUKLARININ ORTAK SORUNLARI
*Kadının
nasıl olursa olsun hiç tiyatroya gitmemesi isteniyordu.
*Sahnede dinsel bir
konu görüldüğünde hemen tartışma ortamı meydana geliyordu.
*En önemli sorun dil
idi.
*Tiyatro tek bir
kişinin elinde bulunuyor ve yönetiliyordu.
ŞİNASİ - ŞAİR EVLENMESİ
Oyunun önemi ilk Türk Tiyatro eserimiz olmasıdır. İrdelediği sorun ise görücü usulüyle evlenmenin ne kadar tehlikeli ve
yanlış olduğudur. Oyundan kısaca bahsedecek olursak : “”Şair
Evlenmesi alafranga tutum ve davranışı, kılık ve kıyafetiyle mahallelinin
hoşuna gitmeyen Müştak Bey adında fakir, fakat oldukça kafalı bir şairin sevip
evlenmek istediği genç Kumru Hanım yerine, onun büyük kız kardeşi çirkin ve
kart Sakine Hanım’ı almaya mecbur edilmesi; bu küçük entrikanın, mahalle imamı
Müştak Bey’in dostu Hikmet Efendi tarafından verilen rüşvetle sonuçsuz
bırakılmasının hikayesinden ibarettir. Kişiler gayet canlı ve doğrudan hayattan
alınmıştır. Her kişiye kendi ortamının konuşma dili verilmiştir. Kimsenin
ağzında yabancı ve yadırganacak söz yoktur. Hatta oyuncuların ağzından yazılan
yanlış söyleyişler, imkansızlıklar, telaffuz hataları da aynen sahnelenmiştir.
Eserin bir diğer özelliği de kişi adlarının kendi kimliklerine uygunluğudur.”
Şinasi bu komedi ile, bizde şeriat kılığına bürünen imamların iç yüzlerini ve
din adına oynanan iğrenç iki yüzlükleri ve bundan ziyade tellal kadınlar ile
görücüler aracılığıyla yapılan evlenmelerin yanlışlığını anlatmaya çalışıyor.
Şair Evlenmesi yalnız ilk basılı piyesimiz değil, aynı zamanda en çok bizim
olan ve bizi gösteren bir piyestir.
Eserde genelde sade ve anlaşılır bir dil kullanılmıştır.
Ayrıca o zamanın tabii konuşma dilinden de kelimeler vardır. Bu kelimelerin
anlamını bilmeden eseri tümüyle anlamak zordur. Anlatım özelliklerine gelince,
şair o zamanın en önemli sorunlarından biri olan görücü usulüyle evlenmeyi en
anlaşılır şekilde anlatmıştır. Ayrıca eserin anlatımı oldukça akıcıdır.
Eser bir tiyatro ürünüdür. Bu eserde
tiyatronun komedi türü işlenmiştir. Komedi de insanları hem güldürmek, hem de
düşündürmek esastır. Bu tür bizim edebiyatımıza Tanzimat’la girmiştir.
AHMET NECİP EFENDİ
Müslüman, batılı anlamda ilk türk profesyonel tiyatro oyuncusudur.
Gedikpaşa Tiyatrosu oyuncularındandır. Schiller’in Haydutlar’ını oynamıştır.
Meşrutiyetten sonra da tiyatro toplulukları oluşturmuştur. Oyuncular
yetiştirmiştir.
AHMET FEHİM BEY
Gülllü Agop'un yönettiği İki Sağırlar
oyununda, uşak Bonifas rolündeki başarısıyla Tomas Fasulyeciyan'ın dikkatini
çekti ve 1879' da topluğuyla Bursa'ya gitti. Burada Ahmet Vefik Paşa'nın
Moliere uyarlamalarında rol alan Fehim Bey, özellikle ilk sahne dekoru
uygulamasını da gerçekleştirdiği Zor Nikah’taki oyunuyla ünlendi.
Ahmet Vefik Paşa'nın valilikten ayrılmasıyla Bursa’daki tiyatro çalışmaları
sona erince Fasulyeciyan grubuyla Filibe, Edirne, Çanakkale, Trabzon, Ordu
illerini de kapsayan Uzun bir Anadolu turnesine çıktı ve turnenin bitiminde
Ankara' da kaldı. Burada çeşitli tiyatro çalışmaları yaptı ve konserler
düzenledi. İstanbul'a dönüşünde Osmanlı Komedi ve Vodvil Heyeti'ni kurdu, bir
süre sonra Mınakyan'ın Osmanlı Dram Kumpanyası'na katıldı. II. Meşrutiyet'ten
sonra çeşitli tiyatro toplulukları kurarak Anadolu turnelerine çıktı.
AFİFE JALE
Türk tiyatrosunda sahneye çıkan
ilk Müslüman kadın oyuncudur. 3 Nisan 1919 tarihinde, Hüseyin Suat'ın Yamalar adlı oyununda, Emel rolü ile ilk kez
sahneye çıktı. Asıl ismi Afife olan sanatçı, bu oyunda «Jale» takma ismini kullanmış
ve daha sonraları Afife Jaleadıyla anılmaya başlanmıştır.
Odalık piyesini oynanırken tiyatro polis tarafından basıldı ve
tutuklanmamak için kaçmak zorunda kaldı.
KAVUKLU HAMDİ
Orta oyunu ve Tulûat sanatçısıdır. Ortaoyununun en
büyük ustası, bir bakıma kurucusu sayılır. Gelenek üzere dönemin tanınmış
topluluğu HanKolu’nda başladığı söylenen orta oyununda
Kavuklu olabilmek için genç yaşında sapasağlam dişlerini söktürdüğü bilinir.
Komik bir görünüşün koşulu sayılan çene yarışı 'nda kazandığı görünüm
bunun kesin bir kanıtıdır. Karagöz’ün
canlanmış bir taklidi olan ve onun repertuvarını kullanan ortaoyununda
kavuklu, Karagöz’ün, Pişekar, Hacivat’ın
yerini tutar.
DİKRAN ÇUHACİYAN
Çuhacıyan, öğrenimine Manzoni’den
aldığı piyano dersleri ile başladı ve 22 yaşında
Hasköy Mahalle Tiyatrosu'nun müzik işleri sorumlusu oldu.[kaynak
belirtilmeli] Çok geçmeden 14 Aralık 1861’de
açılan Şark Tiyatrosu için
sahne müzikleri bestelemeye başladı. Ertesi yılın mart ayında ise "Şark
Musiki Cemiyeti" anlamına gelen "Kınar Arevelyan" adlı derneği
kurdu. Sahne müzikleri ve operet türünde yazdığı müziklerle ün kazanan besteci,
babası tarafından öğrenim görmek üzere 1862-1866 yılları arasında Milano
Konservatuvarı'na gönderildi. İstanbul’a dönüşünde; bestelediği orkestra ve
koro parçaları ile marşları, Şark Tiyatrosu’nda kendisi yönetti.
NAMIK KEMAL
Altı
tiyatro oyunu kaleme almıştır ve Namık Kemal'in tiyatrosu, belli bir tezin
işlendiği, romantik etkinin hakim olduğu bir dava tiyatrosu mahiyetindedir
diyebiliriz.Namık Kemal, Celal Mukaddimesinde ilk defa "tiyatro" türü
üzerinde detaylıca durmuştur.Ona göre "tiyatro cihanın aynıdır." Ona
göre "tiyatro ahlâk ve lisân mektebidir.”Fransız klasik tiyatro
yazarlarını da tanımakla beraber daha çok romantik dram türünü tercih eden
Namık Kemal'in sevdiği yazarlar arasında daha ziyade Shakespeare, Hugo ve
Corneille vardır.Hugo'nun aynı zamanda romantizmin beyannamesi olarak kabul edilen ünlü "Cromwell" adlı eserinin
ön sözüne bir nazire gibi kaleme aldığı Celâl Mukaddimesi'nde tiyatroyu
"edebiyatın en büyük kısmı" saymıştır.
MUSAHİPZADE CELAL
Tiyatroya çocukluk yıllarında merak salan
Musahipzade Celal, yayımlanan ilk oyunu Türk Kızı’nı 1910’da yazdı. Ahmet Vefik Paşa’nın Moliere çevirilerini inceleyerek ve Mınakyan’ın Osmanlı Dram
Kumpanyası temsillerini izleyerek tiyatro bilgisini geliştirdi.Tiyatro türündeki ilk eseri, 1912 yılında Türk Kızı adı ile
yayımlanır. Musahipzade Celal’in oyunları genellikle hafiftir, müzikli bir
yapıya sahiptir ve tarz olarak da sanatçı töre güldürüsünü
benimsemiştir.Musahipzade Celal, oyunlarının konusunu daha çok Osmanlı
tarihinden alır. Onun oyunlarında çeşitli dönemlerdeki sosyal hayat, töreler,
batıl inançlar mizahî bir eleştirel tavırla sahneye aktarılmıştır.
DARÜLBEDAYİ-İ OSMANİ
Darülbedayi İstanbul Sehir Tiyatrosu'nun ilk sekli ve adi. Türk tiyatro tarihinde, tiyatronun kurulus
ve gelismesinde Darülbedayi toplulugu öncülük etmistir. Teskilatin ilk adi
Darülbedayii Osmani'dir. Türkiye'de ilk düzenli bir tiyatro kurulmasi ve sahne
sanatçilarinin yetistirilmesi fikri 1914 yilinda Sehremini, Operatör Cemil
Topuzlu tarafindan ortaya atilmistir. Bu fikrin gayesi, Türk halkina tiyatroyu
sevdirmekti.
GEDİKPAŞA TİYATROSU
Gedikpaşa
Tiyatrosu, İstanbul'un Gedikpaşa semtinde
1859’da inşa edildiği düşünülen 1884’te yıktırılmış tiyatrodur.İlk defa Türk
asıllı Müslüman oyuncuların sahneye çıktığı, batı dillerinden Türkçeye tercüme
edilmiş ilk oyunların ve dönemin ünlü edebiyatçılarının yazdığı Türkçe eserlerin
oynandığı yer olması bakımında Türk tiyatro tarihi açısından büyük önem
taşır.1884 yılında yerle bir edilen tiyatronun bulunduğu yerde Azak Sineması
yer almış ve sokağın adı “Tiyatro Sokak” olarak değiştirilmiştir.[Tabib-i Aşk,
Zor Nikah gibi Moliere oyunları sahnelenmiştir. Yerleşmiş kanıya göre
tiyatro, Ahmet Mithat Efendi'nin yazdığı “Çerkez Özdenleri”
oyunu yüzünden yıkılmıştır.
ŞAİR NİGAR HANIM
Şair Nigâr
1883 yılı Nisan ayında bitirdiği Tesir-i Aşk adlı senaryosu
ile, Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk kadın senaryo yazarı olmuştur. Şair Nigâr
'ın yazdığı ikinci tiyatro oyunu Girive'dir (Çıkmaz Yol). Nigâr
Hanım, Hanımlara Mahsus Gazete'nin yazı kadrosunda aktif rol almış
ve bir süre bu derginin başyazarlığını da yapmıştır. Şair Nigâr, Fransızca'dan
çevirdiği İki Hemşire, Davet, Madam ile Doktor gibi öyküler ve şiirleri Nîrân
(1894) adlı kitabında toplamıştır. Sultan 2. Abdülhamid (1876-1909) tarafından
kadınlara dağıtılan Şefkat Nişanı ile ödüllendirildi.
HALİDE EDİP ADIVAR
İstanbul
Şehir Tiyatrosu çevresinde toplanmış yazarlardandır.1919 yılında İstanbul
halkını ülkenin işgaline karşı harekete geçirmek için yaptığı konuşmaları ile
zihinlerde yer etmiş usta bir hatiptir ve Meşrutiyet'in ilanı ile birlikte
yazarlığa başlayan Halide Edib; yazdığı yirmi bir roman, dört hikâye kitabı,
iki tiyatro eseri ve çeşitli incelemeleriyle Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemleri
Türk edebiyatının en çok eser veren yazarlarındandır. Sinekli Bakkal adlı
romanı, en bilinen eseridir. Eserlerinde kadının eğitilmesine ve toplum
içindeki konumuna özellikle yer vermiş, yazıları ile kadın hakları savunuculuğu
yapmıştır. Birçok kitabı sinemaya ve televizyon dizilerine uyarlanmıştır.
KAYNAKÇA
·Metin And, Başlangıçtan 1983’e Türk Tiyatro Tarihi
·Ömer Faruk Elaltuntaş, Tanzimat Dönemi Tiyatro Eserlerinin Folklorik Olarak
İncelenmesi
·Mehmet Fatih Uslu, Osmanlı’da Türkçe ve Ermenice Modern Dramatik
Edebiyatlar
·Deran Özgen, Cumhuriyet Öncesi Türk Tiyatrosu’nda Ahmet Vefik Paşa’nın Yeri
ve Uyarladığı Oyunların Analizi