1) Yunan ve Roma tiyatro eserlerinde
eğitici işlevin birbirinden farklı olarak yorumlandığı görülür. Eski Yunan’da
tiyatro, değer yargılarının tartışıldığı, önemli toplum sorunlarının
incelendiği, sorumlulukların eleştirildiği bir alandır. Eğitim, seyirciyi düşünen,
bilinçli, sorumlu ve erdemli bir yurttaş yapmayı amaçlar. Roma tiyatrosunda ise
günlük ilişkiler sergilenmekte, bu ilişkiler içinde kişinin nasıl davranması
gerektiği gösterilmektedir. Eğitimin amacı, seyirciyi tüm davranışlarında
dinin, ahlakın ve yasaların kurallarına uyan, disiplinli bir yurttaş yapmaktır.
Aristoteles’in Poetika’sı ile Horatius’un Ars Poetika’sı Klasik Batı tiyatro
anlayışını yoğurmuş olan eserlerdir. Horatius’un kendinden sonra gelen
eleştirmenlerce en çok yinelenen önerisi, dramın eğitme ve eğlendirme görevi
ile ilgili olanıdır. Sanatın eğitici işlevine eski Yunan’dan beri önem
verildiğini biliyoruz. İnsanlar arası ilişkileri sağlam yasalarla belirlenmiş
olan Roma toplumunda, yazarın görevi halkı eğlendirmek ve ona ahlaka uygun
öğütler vermektir.
2) Tragedyanın ödevi, uyandırdığı
acıma ve korku duygularıyla, ruhu tutkulardan temizlemektir. Poetika’da
katharsis, korku ve acıma gibi ruha zararlı heyecanlan boşaltarak, rahatlama
anlamına gelmektedir. Tragedya seyredilirken önce bu heyecanlar uyanlmakta,
yapay olarak uyarılan bu heyecanlar, duyula duyula tüketilmekte ve yerlerini
boşalmadan gelen hoş bir duygu almaktadır. Böylece sanat, insan ruhu için
sağlıklı bir etki yaratmış olur.
Horatius pratik yarar
gözetir. Yazarın, toplumun yadırgamayacağı biçünde yaşamasını, toplumu
geleneksel değerler açısından eğitmesini ister. Yazar, topluma katkıda
bulunurken onu yeni yönelişlere zorlamayan, törelerin dışına çıkmayan kişi
olmalıdır. Eski Yunan'da olduğu gibi, yazarın değerleri denetlemesi, tartışması
gereksizdir. Horatius’un bu tavrı Roma sanat anlayışına uygundur. Roma’da sanat
sevilmekle beraber toplumdaki etkinliğini yitirmiştir. Artık sanat bir kültür
yapıcısı değil, bir kültür anlatımcısıdır. Günlük gerçekleri dile getirir ve
günlük yaşama katkıda bulunur. Gerçekçi ve işlevseldir.
Horatius, Aristoteles
gibi trajik olayın etkisi üzerinde durmamış, anlatımda ustalığa önem vermiştir.
Pek çok konuda Aristoteles’i yankılamakla birlikte “arınma” tanımı üzerinde
durmamış olması ilginçtir. Horatius’u en çok sözcük seçimi, koşuk düzenlemesi,
parçalann uyumu ve yazarın çalışma yöntemi ilgilendirmektedir. Bu yaklaşım,
özden çok biçim ve anlatım üzerinde duran
3) Aiskhylos ikinci bir oyuncuyu
devreye sokunca koronun önemi azalmaya başladıysa da Aiskylos koroya,
diğerlerine göre daha çok dayanıyordu. Konuları, temaları hem geleneksel hem de
dinseldi. Düşünceleri, suçlularını Olimpos yasalarıyla cezalandıran, devletini
bu yasalara göre kuran bir dünyanın eski düşüncelerine bağlıydı. Oyunlarında olaylar
dizisi basitti, yarattığı etkiler açık ve güçlüydü. Sofokles‟te koro olaylar
dizini yine etkilemekte ama daha çok sahneler arasındaki boşluğu doldurmaya
yaramaktadır, örgünün ayrılmaz parçası değildir artık. Sofokles‟in Oudipus
Kolonos‟ta eserinde dördüncü oyuncuya yer verdiği söylenir fakat bu pek
inandırıcı görülmemektedir. Sofokles‟in oyunlarında olaylar dizisi daha
karışıktır. Yine dinsel geleneklere bağlıdır ama ilahi adaletten çok yarattığı
kişiler arasındaki ilişkilere önem verir. Euripides‟te koronun önemi büsbütün
azalmıştır. Euripides‟in ilgisi bütünüyle kişilere, onların iç dünyalarına
yönelmiştir. Çağının geleneklerine aykırı, tanrılara karşı sayılan düşünceleri
vardır. Birçok bakımdan bir “modern insan” gibidir. İlk gerçekçi ve feminist yazar
olduğunu söyleyenler vardır. Kişilerinin doğanın istekleriyle çatışan ruhsal
durumlarını incelerken ahlak ve din kurallarını çiğnemekten çekinmez.
4) Medea, Yunan mitolojisinin en çarpıcı karakterlerinden biridir. Bu gizemli ve
dehşetli kadın karakterin akıl dışı hikayesi, ünlü tragedya yazarları Euripides ve Seneca’nın
oyunlarında da yer alır. Euripides’in Medea’sı, erkek egemen Atina
devletinin karşısında, yıkıcı ve düzen bozucu Amazon kadın figürü olarak konumlandırılır.
Euripides’in Medea’sı, klasik mite sadık kalır ve iktidarını perçinlemek adına
başka bir kadınla evlenen kocasından intikam almak için çocuklarını öldürmekten
çekinmeyen düzen bozucu/yıkıcı bir kadın figürü olarak çizilir.
Medea’yı
daha insancıl, aşık ve kıskanç bir kadının hezeyanları sonucu cinayet işlemeyi
göze alacak kadar gizemli bir karakter olarak anlatacak olan ise, Seneca’dır.
Seneca’nın Medea’sı kendine bahşedilen güçleri, babasının temsil ettiği iktidar
için değil de aşık olduğu adam –Iason- için kullanabilecek kadar gözü kara,
aşık ve kıskanç bir kadındır.
5) Ortalamadan daha
kötüleri taklit eden tiir komedyadır. Benzer bir açıklama tragedya ile komedya
karşılaştınlırken yapılmış, tragedyamn efsaneden aldığı kişileri soylulaştırmasma
ve yüceltmesine karşın, komedyanın soylu olmayan, kusurlu kişileri ele aldığı
belirtilmiştir.
Aristoteles,
komedyanın kaynağı hakkında bilgi verirken de kişisel taşlamaya karşı olduğunu,
acıtıcı alayı kınadığını belirtmiştir. Bugün mizah ile taşlama arasındaki
farkın belirtildiğini, öfkeli ve saldırgan olan, ciddi kusurları gösteren
taşlamanın, komedyanın dışında bir tür olarak kabul edildiğini görüyoruz.
Komedya Roma‟da da
önemliydi. Bu dönemin iki önemli komedya yazarı Plautus ve Terentius‟tur. Bunlar,
Yunanlı Menandros‟un oyunlarından aşırı derecede yararlanır, konularını,
kişilerini onardan alırlardır. Ama anlatılan Atinalılar, Roma yaşayışına ve
düşüncesine uyarlanırdı.
6) Yunan Tiyatroları
skene ve theatrondan oluşan iki ayrı yapının birleşimi iken, Roma tiyatroları
tek bir yapıdır. Ayrıca Roma Dönemi’nden skene theatron ile aynı seviyeye
çekilmiş ve seyircinin dış dünya ile bağlantısını keserek oyuna odaklanmasını
sağlamıştır ve skenenin üzerine ahşap bir çatı yerleştirilmiş böylece
sanatçıların hava şartlarından korunmaları sağlandığı gibi, akustik konusunda
da destek sağlamıştır. Aynı zamanda skene üzerinde sütunlar ve heykeller ile
bir dekorasyon yerleştirilmiştir.
Yunan tiyatroları theatronu bir
yamaca yaslama ihtiyacı hissederken, Romalı mimarlar gelişen mimari ve
mühendislik ile birlikte köprü ve tonozlar kullanarak tiyatrolarını düz
zeminlere yapabilmekteydiler. Yunan tiyatrolarındaki tam daire şeklindeki
orchestra ve at nalı şeklindeki theatron yarım daire şeklinde dizayn edilerek
seyircilerin oyunu her yerden daha net izlemeleri sağlanmıştır. Giderek gelişen
sınıf ayrımı neticesinde de orchestra hizasında krallar için bir oturma
düzeneği yapılmıştır. Skene ile theatron yani cavea’nın birleşerek tek bir bina
durumuna gelmesi ile de paradosların üstleri kapatılmıştır.
Dekor olarak iki tane üçgen(üç boyutlu)
tahtadan dekor kullanılacaktır. İçleri boşluklu olacaktır ki kaçma kovalama
sahnelerinde oyuncunun içine saklanıp çıkabilsin. Aynı zamanda ev sahnesinde
vitrin vb. birçok mekana dönüştürmede bunlar birleştirilerek elde
edilecektir.Seyircinin algısını toplamak ve geçişleri anlatacak simgeler için
için de arkaya bir krem perde, (projeksiyon perdesi ) kullanılabilir.
ØDekorda bulunabilirse boy boy rainbow oyuncak
yaylar gibi yaylar kullanılabilir. Akışkanlığı olduğu için çelişkileri, geçiş
süreçlerini yansıtabilir. Danslarda, dekor yapımında dönüştürülerek
kullanılabilir.
ØÜç boyutlu mekanlar yapılabilir. (üç boyutlu
tablolar gibi) Her sahne için ayrı bir tasarım yapılmalı. Kapanıp
kaldırılabilir olmalı.
ØNe olursa yolculuk izleğini ortaya
çıkarabilecek, sahneyi dolduracak ve dönüşebilecek bir şey olmalı.
Øİki katlı, iki bölümlü inşaat iskelelerine batik
gibi boyanmış paçavralar, tenteler, halatlar sarkıtılabilir. Bunlar ön oyun
sonrası eve, köprüye dönüştürülebilir.
ØStilizasyonu kullanılabilir. Oyunun temasına
uygun belirlenecek bir mekan içinde oynanabilir. Mekan dramaturjiye uygun
olacak ve kendini ne manada var edecek düşünülmeli. İnsan kalbi, rahim ya da
fare yuvası vb. Öyle bir mekan seçilebilir ki orada olanlar ve emek sarf
edenleri anıştırsın. Buna benzer soyut imajlar kullanılabilir.
ØDev harfler, perdeler arasında olabilir. Harfler
ya da şekiller eve, köprüye dönüşebilir.
ØCesaret Anadaki gibi at arabası içinde oynanması
düşünebilir. (Hikaye boyunca arabanın kapakları indirilerek, çekilerek
döndürülerek)
ØOyun oynayacağız dan çıkılacağı için onların
sıklıkla kullandığı kolhozla ilgili bir şeyler de olabilir.
ØProlog dışında ozanın bir hikaye anlatacağından,
yanlarında maskları vs olduğundan hareketle büyük hikayeyi ozan kukla oynatarak
da anlatabilirdi. Bu sebeple hem oyunculukta hem rejide, kostümlerde her şeyde
bu tür kuklamsı şeyler barındırılabilir.
REJİ ÖNERİLERİ:
ØDilekçiler konuştukça küçülüp yer seviyesine
inebilirler. Kırbaçlanarak çıkartılabilirler.
ØYa da dilekçiler sürünüp gelebilir, para paranın
dağıtılması ve çocuğun gelmesi ile zıplayan tiplere dönüşebilirler.
ØHizmetçilerin koşuşturmasında kalabalık görüntü
yaratmak için ters ışık ile gölgeleri de eklenebilir. Bi yerden sonra da
gölgeler tek başına koşturabilir. Ya da sahnede gizlenmeden, oyuncular herhangi
bir araçla ayak sesleri yapabilir. Bir noktadan sonra melodik bir ritme dönüşen
ayak sesleri ile sahnede oynayanlar bir an rolden çıkıp, o ritimle dans edip,
duruma yabancılaşır ve sonra devam edebilirler.
ØYaverin tekrarlatılması düşünülen “inşaat
dediğimiz böyle zamanlarda olur” repliğine her seferinde gestusu ortaya
çıkaracak sesler eşlik edebilir. Mesela savaş sesleri gelir üzerine bunu
söyler. Ardından yolsulluk ve sefaleti anıştıran sesler gelir onun üzerine
tekrar söyleyerek 3. vuruşu yapabilir.
ØFinalle ilgili Funny Games deki kumanda
sahnesine benzer bir geri sarma ile mevcut sonun tersi de gösterilebilir. Azdak
çocuğu Gruşa'ya verdiğinde oyun durur, ozan seyirciye dönüp fikirlerini
sorabilir, sonra sahne tekrar oynanır ve Azdak çocuğu valinin karısına
verebilir; valinin karısının çocuğa bakış açısı gösterilip (miras meselesi ve
başta çocuğun yakındığı kıyafetlerine tiksintisi, ona dokunamaması gibi)
Gruşa'ya verilmesinin doğru olduğu hissettirilebilir seyirciye.
ØÖn oyunda kolhozların görüşmesine katılan
temsilcilerden sahnede oynayanlar ve oyunu izleyenler olabilir. Bizde
düğünlerde zorla oynamaya kaldırılanlar gibi uzman da rabarbanın olduğu
dilekçeciler ya da hizmetçilerin sahnelerine zorla kaldırılıp söz söylemesi
beklenebilir. Özellikle devlet- halk- savaş ilişkisinin vurgulandığı sözler.
ØEn son mahkeme sahnesinde kolhozların
tartışmasında başı çeken hararetli tipler yine zorla taraflara göre
konumlandırılıp “hah işte anladınız mı?” gibi alt çizmelerle oyunun aslında ön
oyun için olduğu hatırlatılabilir.
ØOyuncuların sahnede role bürünmesi, giyinmesi
efektini yer yer kullanabiliriz.
ØKöprü sahnesinde oyunun diğer taraflarında
olmayan bir büyüklüğe ihtiyaç var ki sonraki küçüklüğün altı çizilebilsin.
Mitolojik bir görüntüden sefil bir hale nasıl
geçilebilir düşünelim.
Köprüde tehlike iyi verilmeli ki kahramanlık çıksın.
Gruşa asılı halatlara el ve ayaklarıyla tersten asılarak geçebilir.
Gruşa’nın üzerinden rüzgarla parçalar kopabilir ve kalan
Gruşa’ nın son halini temsil edebilir.
Sefil hali görmeden ara verilmemeli.Gruşa’ nın bayılmasıyla ara verilebilir.
Hatta yarıdan sonra tekrar olabilir.
1) Süreç içinde törensel ve büyüsel
yanı azalan seyirlik oyunlar giderek eğlence amacına hizmet eden etkinliklere
dönüşür. Şener, ritüellerin seyirlik oyunların kaynağı olduğunu belirterek
şöyle devam eder: “ (…) Tiyatronun asal öğesi olan bir olayı taklitle
canlandırma eyleminin ilkel kavimlerin büyü törenlerinde bulunduğu ve
tiyatronun bu canlandırma eyleminden türediği görüşü kalın çizgileri ile kabul
edilmektedir. Antik Yunan Dramının mevsim değişmesiyle ilgili ritüellerden
doğmuş olduğu görüşü bir çok tiyatro tarihçisi tarafından benimsenmiştir.
Günümüzde hemen her ülkede kutlanan halk bayramlarının ve belli günlerde
oynanan köy oyunlarının eski büyüsel törenlerin bir uzantısı olduğu varsayımı
da geçerli sayılmaktadır”.Köy seyirlik oyunları doğa ile sıkı ilişki içindedir.
Kaynakları doğayı tam olarak çözemeyen ilkel insanın, doğayla iyi geçinmek
adına yaptığı törenler; ritüellere dek uzanır. Görevsel bir işlev taşıyan ve
topluca yapılan bu ritüellerin hiç kuşkusuz önemli bir uzantısı da tapınma
törenleridir. Dolayısıyla animizm ve totemizmden çok tanrılı inanç sistemini
oluşturan mitolojilerden, tek tanrılı dinlerin söylemleri ve yaptırımlarına dek
pek çok inanç sistemi içinde yapılan törenler de ritüellerin kapsamı
alanındadır. Örneğin şamanizmi inceleyen Abdülkadir İnan şamanist Türk
kavimlerinin ayin ve törenlerini 1. Muayyen vakitlerde yapılması gereken ayin
ve törenler 2. Tesadüfi olaylar dolayısıyla yapılan özel ayin ve törenler diye
ikiye ayırır ve özellikle muayyen vakitlerde yapılan ayinlerin ilkbahar, yaz ve
güz mevsimlerinde yapılan ayinlerden oluştuğunu ifade ederek bu ayinlerin
kaynaklarını çok eski zamanlarda mevsim dönümlerinde yapılagelen ritüellere dek
götürür.5 Erzurum yöresi köy seyirlik
oyunlarını inceleyen Dilaver Düzgün kış yarısı törenleri diye anılan
ritüellerin kaynağını mevsim dönümlerinde yapılan törenlere dayandırır. Bu
yörede yapılan Kış Yarısı Törenleri olarak isimlendirilen seyirlik oyunlarda
Kız Kaçırma ve Ölüp-Dirilme
motiflerinin doğanın diyalektiğini gösteren birer simge olduğunu belirterek bu
simgeleri şöyle açıklar: “Kaçırılan kız üremenin, bereketin simgesidir. Bu,
beraberinde çiftleşmeyi, arkasından çoğalmayı sağlar. Ölüp-Dirilme de tabiatın
her yıl canlılığını, verimliliğini kaybetmesi, sonra tekrar canlanması ile
ilgili olayların simgesi olarak seyirlik oyunlara girer. (…) Tabiatın
canlanması, tohumun tarlaya atılması, bitkilerin yeşermesi, yeniden dirilişi
hatırlatıyor. Bu düşüncenin örneklerini eski mitlerde de görüyoruz. Mısır
buğday tanrısı Osiris’in toprakla birleşmesi sonucunda bolluk olması,
Mezopotamya tanrısı Tammuz’un İştar’la birleşmesiyle bitkilerin yeşermesi,
İştar’dan ayrılınca, her türlü üremenin ve yeşermenin durması, hasat tanrıçası
Demeter’in kızı Persephone’nin kaçırılışı ve izinle her yılın üç ayında yer
yüzüne çıkması, bu düşünceyi besleyen mitolojik unsurlar olarak dikkatimizi
çekiyor”.
Türk tiyatrosunu özgünleşme yolunda besleyen önemli kaynaklardan biri de
köy seyirlik oyunları ya da dramatik köylü oyunlarıdır. Yüzyıllardan bu yana
Anadolu köylüsünün oyun çıkartma, oyun yapma geleneğinden yola çıkarak
yansıladığı bu oyunlar, tıpkı dünyadaki benzerleri gibi ritüel kökenlidir. Ölüp-Dirilme,
Ak-Kara, Eski –Yeni çatışması üzerine kurulu olan ritüellerden beslenen
dramatik köylü oyunları yılın belli günlerinde ya da mevsim dönümlerinde
oynanan törensel ve büyüsel oyunlardır, yani görevseldir. Kaynakları ritüellere
dayanan, üreme amaçlı oyunların kimileri müstehcen içerik de taşıyabilir. Bu
tür oyunları kadınlar kendi aralarında, erkekler kendi aralarında oynarlar.
Köylerde ve köy koşullarında oynandığı için köylünün bulabildiği basit
araç-gereçlerle oynanır. Köylüler tarafından güncellenerek eğlendirme işlevi
kazanmıştır.
2) Hokkabaz
Eski Türk seyirlik oyunları içinde en
ilginci hokkabazlardı. Çünkü bir yandan el çabukluğu, gözbağcılığı gibi bir hüner
gösterisidir, öte yandan da usta ile yamağı arasında uzun, güldürücü
söyleşmeleriyle Karagöz, ortaoyunu gibi sözlü dramatik oyunlara benzer. Hokkabaz’ın
biri genel, öteki özel iki anlamı vardır. Genel anlamıyla hokkabazlık, açıklanması
güç, aklın almayacağı oyunlar göstermek, gözbağcılığı yapmaktır. Hokkabazlar, gerek
söz ve el çabukluğu, gerek birtakım hileli araçların yardımıyla seyircinin
duygularım aldatıp, olağanüstü sonuçlara varan, kökeni binlerce yıl geriye
giden bir seyirlik oyundur. Çengiler-köçekçeler-curcunabazlar Eski seyirlik
oyunlarımızın içinde Köçek ve Çengilerin ayrı bir yeri vardır. Bunlar ayrıca
tıpkı bale sanatı gibi dramatik özelliği olan sahne dansı gösterileriydi. Eski
yüzyıllarda büyük bir sanat değeri taşırken gitgide bozulmuş, ortadan kalkmışlardır.
Bunların çeşitli adları vardı: Cengi, kocek, ra k kas, tavşan (veya tavşan
oğlanı), curcunabaz, rakkas beccegan, ceganebaz, carparenez, becce, vb. Meddah
Geleneksel Türk seyirlik oyunlarının en önemlilerinden birisi Meddah’tır.
Meddah, bir anlatı türü olması bakımından Karagöz, ortaoyunu gibi dramatik
türlerden ayrılsa da, anlatı bölümlerinin aralarında söyleşmeli, taklitli,
kişileştirmeli kesimler yerleştirildiği için o da kolaylıkla dramatik türden
sayılır. Meddah, yöntemleri bakımından Karagöz ve ortaoyununa çok yakınsa da,
bunların yalnızca bir güldürmece tiyatrosu olmasına karşın, meddah çok zengin kaynaklara
dayanması, hikâye dağarcığının çeşitliliği, güldürmecenin yanı sıra çeşitli
havayı, mizacı yansıtması bakımından onlardan ayrılır. Dede Korkut, Koroğlu
gibi geleneksel Türk kaynaklarından gelen konular, İslam geleneğinden gelen
dinsel konular, Seyyit Battal Gazi, Kerbelâ olayının çeşitli oluntuları,
Hazreti Hamza’dan, Hazreti AÜ’den gelen konular, İran geleneklerinden efsaneler,
Destanlara, Şehnamelere dayanan konularla bu çeşitlilik içinde değişik
mizaçları yansıtır.
Kukla
Son yıllara gelinceye değin geleneksel
Türk tiyatrosu üzerine çalışan araştırmacılar Türk kuklasının varlığından
habersiz görünüyor. Türk gölge oyunu veya Karagöz üzerinde çok durulmasına
karşın, Türk kuklası üzerine hemen hiçbir şey yazılmamıştır. Bunun çeşitli nedenleri
vardır. Her şeyden önce bu araştırmacılar kukla üzerine kaynakları görmemiş
veya kukla üzerine olan kaynakları da gölge oyunu sanmışlardır. Bu yanılmaların
çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Kukla gösterilerine eldeki kaynakların kukla
adını vermesi 17. Yüzyılda başlamıştır. İlerde gösterileceği gibi, nasıl
ortaoyununa ancak 19. yüzyılda ortaoyunu adı verilmesine karşın gösterinin
kendisi daha eskilere gidiyorsa, kukla da 17. yüzyılda kukla denilmesinden çok
eski çağlara uzanmaktadır; öyle ki kanıtlarıyla göstereceğimiz gibi, kukla, 16.
Yüzyılda Türkiye’ye girdiğine inandığımız gölge oyunu veya Karagöz’den de
eskidir.
Karagöz
Karagöz oyununda sahne, seyirciye göre
arkasından aydınlatılmış beyaz bir perdeden ibarettir. Oyun, deve derisinden
yapılmış ve her biri belli bir tipi canlandıran renkli figürleri perdeye
yansıtmak ve hareket ettirmek suretiyle oynanır. Karagöz ile Hacivat, gölge
oyununun en önemli tipleridir. Oyun, yazılı bir metne dayanmaz, doğaçlama
olarak gelişir.
Karagöz Oyununun Genel
Özellikleri
·Bu gösterimi yapan kişiye hayalî ya da hayalbâz denir.
Hayâlbazın en önemli yardımcısı perde gazeli, şarkı, türkü okuyan, tef çalan
yardaktır.
·Karagöz oyunu doğaçlamaya dayanır. Yazılı bir metni yoktur.
Ancak bazı konular sıklıkla ele alınır. Belirlenmiş bu konuların işlenişi,
diyalogların kuruluşu tamamen karagöz oynatıcısının tercih ve yeteneğine
bırakılmıştır.
·Güldürme esasına dayanan Karagöz, ağırlıklı olarak yanlış
anlamalarla doğan bir kargaşayı yansıtır.
·Karagözde tef, zil ve basit bir düdük yardımıyla oyuna
müzik de eşlik eder. Bu düdük zaman zaman yaratıkların korkunç seslerini
çıkarmada da kullanılır.
·Karagöz oyununun piri Şeyh Muhammed Küşteri olarak kabul
edildiğinden Karagöz oyununa “Küşteri Meydanı” da denir.
·Karagöz, Osmanlı’nın sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel
yapısını tanımamız için önemli ipuçları içerir. İmparatorluğun dil, din ve ırk
zenginliğini farklı kesimlerden kahramanlar aracılığıyla yansıtır.
Orta Oyunu
Geleneksel Türk
tiyatrosunun birçok bakımdan karagöze benzeyen ama canlı oyuncularla oynayan
bir türü de orta oyunudur. Seyircilerin çevrelediği boş, meydanlık bir alanda
oynandığı için bu ismi almıştır. Orta oyunu kesin biçimini ve orta oyunu adını
19. yüzyılda almıştır. Orta oyununun da yazılı bir metni yoktur. Ana çizgileri
bilinen bir konu ele alınarak oyuncuların doğaçlama, yani tuluat yoluyla
geliştirdikleri olaylar dizisi, oyun kişileriyle sahneye getirilir.
Orta oyununda Karagöz’ün
karşılığı Kavuklu, Hacivat’ın karşılığı ise Pişekâr’dır. Öbür oyun kişileri,
gölge oyunundaki kişilerle büyük benzerlik gösteren kalıplaşmış tiplerdir. Orta
oyunu da dört bölümden oluşur. Ama burada perde gazeli yerine Pişekâr’ın
seyirciyi selamlaması ve zurnacıyla konuşarak oyunu açması, muhavere bölümünde
ise Pişekâr ile Kavuklunun tanışma konuşmaları ve Kavuklunun sonunda rüya olduğu
anlaşılan bir olayı anlatması (tekerleme) gibi özellikler orta oyununun
Karagöz’den ayrıldığı bazı yönlerdir.
Orta Oyununun Bölümleri
Orta oyunu, Karagöz’de olduğu gibi
dört bölümden oluşur. Bu bölümler giriş, tekerleme, fasıl ve bitiş şeklinde
sıralanır.
Giriş (öndeyiş): Bu bölümde,
Pişekâr müzik eşliğinde ortaya çıkar ve oyuncuları selâmlar. Oynanacak oyunu
takdim eder ve oyunu başlatır.
Söyleşme (tekerleme): Önce Pişekâr ile
Kavuklu arasında kısa birer konuşma olur. Sonra olmayacak şeyler gerçekmiş gibi
anlatılır. Buna tekerleme adı verilir.
Fasıl: Asıl oyunun ortaya
konduğu bölümdür. Bu bölümde Pişekâr ve Kavuklu dan başka Laz, Ermeni, Arnavut,
Rum, Balama, Frenk, Fransız gibi tipler kendi şiveleriyle konuşturulur.
Bunların konuşmaları ve kıyafetleri komedi unsuru oluşturur.
Bitiş: Pişekâr, Kavuklu
ile kısa bir konuşma daha yapar. Sonra oyunun bittiğini ilan eder.
Seyircilerden “Her ne kadar sürç-i lisan ettikse affola.” diyerek özür diler.
Bir sonraki oyunun adını ve yerini bildirir.
KARAGÖZ VE ORTA OYUNU
ARASINDAKİ BENZERLİK VE FARKLILIKLAR
FARKLILIKLAR:
1.Karagöz oyununun ortaya çıkışı Orta
Oyunundan çok öncelere dayanır.
2.Karagöz oyunu bir gölge oyunudur.
Yani seyircinin gördüğü sadece kuklalardır. Onları oynatan kişiler arka
plandadır. Orta Oyununda ise gerçek kişiler vardır.
3.Oyunlarda yer alan kişiler
birbirinden farklıdır.
4.Orta Oyununda seyirciyle oyuncunun
iletişimi daha iyidir. Çünkü aynı ortamda bulunmaktadırlar.
BENZERLİKLERİ:
1.Her iki oyunda da güldürücü yani
komik ögeler ön plana çıkmaktadır.
2.Her iki oyun da dört ana bölümden
oluşur ve buna göre kurgulanıp oynanır.
3.Her iki oyun da milli ögeler taşır.
4.Her iki oyunda da efsanelerden ,
masallardan ve halk hikayelerinden faydalanılır.
5.Her iki oyun da temsil oyunudur. Yani
seyirciler önünde oynanır.
6.Oyunlar genel olarak benzer
özellikler taşır. Çünkü Kavuklu karakter özellikleri olarak Karagöz ‘e Pişekar
ise özellik olarak Hacivat ‘ a benzer.
7.Geçmişleri çok eski olan
oyunlardandır.
8.Olayın anlatıldığı bölümler benzer
özellik taşır.
9.Her iki oyunda da yardımcı
karakterler bulunur ve oyunun gidişine göre ortaya çıkarlar.
10.Ortaya çıktığı devirler de
düşünüldüğü zaman her iki oyunda da belli bir metne bağlı kalınmaz. Yani hem
Karagöz oyunu hem de Orta Oyununda eserler doğaçlama yürütülür.
11.Her iki oyunda da karakterler kendi
şivelerine uygun konuşur.
12.Her iki oyunda da çok fazla dekor
bulunmaz. Oyunların sergilendiği alanlar daha sadedir.
1)Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk
Tarih Tezi’ni desteklemek amacıyla yazılmış “Orta Asya Köken Oyunları” ile
ulusa özgüven kazandırmak amacıyla yazılmış “Çağdaş Uygarlık Düzeyi
Oyunları”nda“Batı Algısını” ve bu iki
türdeki farklı “Batı Kurgularını” seçtiğiniz iki oyun üzerinden kısaca
açıklayınız.
Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Akın”
oyunu ulusal geçmiş icat etme ya da tepeden indirme kavramları yani Türk Tarih
Tezi’ni destekleyici unsurlar nedeniyle incelenebilecek bir oyun metnidir.
Akın
metninin sadece kendisi değil, yazılış serüveni de tiyatro ve ulusal kimlik
inşası ilişkisi ipuçlarını içinde barındırmaktadır. Atatürk’ün yazılış
aşamasında bizzat ilgilendiği metni, Afet İnan’a inceletmesi ile başlayan
süreç,provaların izlenmesi ve çeşitli müdahalelerle oyuna yön verilmesiyle
gelişir. 4 Ocak 1932’de Ankara Türk Ocağı salonunda ilk gösterimini yapan oyun,
daha sonra Atatürk’ün isteğiyle İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oynanır.
Ulusal
kimliğin kökenlerini Orta Asya’daki kavimlere kadar taşıyan Akın, hece vezni
ile kaleme alınmıştır. “Prolog”da, Türk Tarihi’nin derinliklerinden “Gazi
Mustafa Kemal Paşa’ya kadar geçen sürecin destanının anlatılacağı söylenir.
Suyu, yeşili, ağacı bol, bereketli topraklara akınlar düzenleyerek, yerleşmek
için yeni yurtlar ele geçirmek isteyen yaşlı Hakan İstemi Han’ın, on bir yıldır
süren kuraklığın sona ermesi için, yasa gereğince kurban edilmesi gerekir. Gün,
Batı ve Doğu Beyleri, bu hükmü yerine getirmek üzere İstemi Han’agelirler. Üç beyin oğulları da devlet
yönetimini öğrenmeleri için İstemi Han’ın yanındadırlar. Üç Başbuğ, kuraklığın
devam edeceği ve kurban edilme sırasının İstemi Han’dan sonra kendilerine de
geleceği korkusuyla, Han yerine kızı Suna’nın öldürülmesi için Baş Bakıcı’yı
kandırırlar. Gün Başbuğu’nun oğlu Demir ise Suna’yı sevmektedir ve oyunu bozar,
hileyi ortaya çıkarır. Üç Başbuğ halk tarafından öldürülür. Oğulları Bumin,
Boyan ve Demir, Başbuğ olur ve İstemi Han’ın “akın” ülküsünü gerçekleştirirler.
(Çamlıbel, 1932)
İslamiyet
öncesi eski Türk Anayurdu’nda geçen Akın oyunundaki yurt izleği, Anadolu’daki
Türk varlığının Ermeni ve Yunan varlığından daha eski tarihli olmasına
dayanarak, Türklerin kendilerini “ilk yerleşen” olarak meşrulaştırdığı tarih
anlayışının tiyatro sahnesindeki izdüşümü gibidir. Asyalı geçmişe köklendirilen
yeni tarih anlayışının, geçmişin Türk toplumlarını geriye doğru laik,
hoşgörülü, demokratik, parlamenter, eşitlikçi ve kadına geniş bir yer tanıyan
topluluklar olarak sunduğu hatırlandığında, Akın oyununda bu izleğin karşılığı açıklanmış
olur. Buradaki bir önemli nokta, oyunun prologunda da açık edilen Türk
tarihinin derinliklerinden “Gazi Mustafa Kemal Paşa”ya kadar geçen sürecin
destanının anlatılması meselesidir. Türk tarihçilerinin “Kemalizm ilkelerinin
Türklerde ezelden beri var olduğu” varsayımı, oyuna yansıyan önemli bir
mesajdır.[1] Bu niteliklerin yanı sıra, oyunda yeni neslin çalışkanlık,
dürüstlük ve devlete bağlılık gibi nitelikleri de Türklüğün simge nitelikleri
olarak seçilir. Türklerin özlerini ve asli niteliklerini kıtalar aşan göçlere
rağmen koruyabildikleri iddiası ve kesintisiz, doğrusal bir tarih olarak
sunulmak istenen anlayış oyunda pekiştirilir. İstemi Han’ın anayurttan göç
etmek ve Türk’e yeni yurtlar bulmak ülküsünü özetleyen aşağıdaki bölümde, özlerini
gittikleri her yerde taşıyacak olmalarının altı özellikle çizilir.
“Yurdunda bir dikili ağaç kalmadığı gün
Yerinde durduğunu görürler gene Türk’ün.
Ayırmağa çalışmak ikisini boş etmek:
Türk demek yurt demektir, yurt demek de
Türk demek!
Sizdedir bu varlığı kurtaracak son büyü.
Sizin göç etmenizdir diriltecek ölüyü…
Bekçisi kalsın artık bu yurdun
ihtiyarlar.
Koçyiğitler arasın başka güzel diyarlar.
Bilgi bir elinizde, san’at bir elinizde,
Altınızda yağız at, dal kılıç belinizde,
Okları hiç şaşmayan yayınızla yürüyün,
Akın alaylarını arkanızdan sürüyün.
Kulağınızda kalsın ölürsem vasiyetim:
Gençleri yollamaktı sağa sola niyetim.”
[2]
Akın
metnindeki bir başka önemli nokta, töreye ve devlet geleneğine ihanet eden oyun
kişilerinin karşısına, yeni kuşak anlayışın konulmasıdır. Eskimiş, köhnemiş
zihniyetin yerine, genç düşüncenin konulması hem Osmanlı’nın reddi hem de
Cumhuriyetdevrimlerine övgü anlamında
dikkat çekicidir. Akın metniyle, Türk ulusal kimliği söyleminin, “yok olma
endişesine dayalı bir tepki olarak ortaya çıktığı” savı arasında bir koşutluk
vardır. Taner Akçam’ın “korunma isteğinin Türk ulusalcılığının temel bir
karakteri olarak ulus-devletin kuruluşundan sonra da kendisini sürdürdüğü, yeni
Cumhuriyetin İstiklal Marşı’nın ‘korkma’ ile başlamasının ve marşın bütününde
hakim bir tema olmasının korunma isteğinin belirleyiciliği” okumasının bir
örneği bu metinde de görülebilir.
Korkmayın benliğiniz yad elde erir diye,
Hiçbir kanın cevheri sizden yüksek
düşmez,
Hiçbir elin hüneri Türk’le boy
ölçüşemez.
Vedat Nedim Tör’ün Değişen Adam
oyunu da çağdaş uygarlık düzeyi oyunların başlığında ele alınabilecek bir
oyundur. : Memleketi çağdaş uygarlığa taşımak için yurdun dört bir köşesine
gidip hizmet vermeyi arzulayan idealist gençler, bireysel arzuların önüne
“milli hislerin geçirilmesine”çalışırlar. Bir halkevi salonunda, masada gazete
ve dergileirn başında yaptıkları tartışma önce “karikatür mecmualarının” sonra
da giderek ulusal bilince katkı sunması gerektiğini düşündükleri tüm
etkinliklerin eleştirisiyle başlar. Önlerindeki mizah dergisi tıpkı Fransız
dergilerinde olduğu gibi baştan aşağıya “adi ve aşağılık” şeylerle doludur.
Gençlerin endişesi “Fransız insanında utanma sıkılma duygusunu silen, haysiyet
bırakmayan hatta yıkımlarına sebep olan bu tip mizah anlayışının Türk milletine
sirayet etmesidir.”Telkinin kuvvetini ve manasını çözmüş olan gençler
cemiyetteki ahlaki değerlerin alay konusu edildiği bu tür dergilere savaş
açarlar.Ancak mesele dergilere savaş açmakla çözülemeyeceğinden meselenin
altında yatan boş, heyecansız, milli hislerden yoksun gençliğin uyandırılması
olmalıdır. Bu inançla karar veren farklı meslek gruplarından gençler köylerde
çalışmak üzere yurda dağılırlar. Oyunun sonunda bencil, keyfine düşkün, züppe
bir adam olarak çizilmiş, Leyla’nın tüm çabalarına rağmen bireysel isteklerini
milli hislerinin üstünde tutmuş olan Sedat, hasta yatağında geçirdiği
zamanlarda “büyük millet”aşkını fark etmiş, onlara katılmak üzere değişmiştir.
Oyunda
bir yandan çağdaş uygarlığa ulaşmak için tutulacak yolun altı çizlirken, bu
yolun muhakkak birey ya da benlik fikrinden kurtulmaktan geçtiği vurgulanır.
Gökalp’in birey-toplum çatışmasının kolaylıkla takip edilebileceğini,
mefkureniz izinin kolaylıkla sürülebileceğini söylemek mümkündür.Bireyselliği
insanın hayvani yanlarıyla şehevi yapısının karışımından oluştuğunu iddia eden
Gökalp’in,bireyin bunlardan kurtulmasıyla ve ait olduğu toplumun üyeleriyle
ortak fikirlere uygun hareket etmeyi öğrenmesiyle kişilik olabileceğine dair
savı oyunun temasıyla birebir örtüşür:
Sedat : Büyük işler,
baüyük feragatler için büyük aşklar lazım. Aşkları basit bir hayvanca
münasebetten ileri gidemeyen insanlar, büyük işler için lazım gelen büyük
kuvveti de içlerinde bulamayanlar. Büyük idealler, yalnız büyük aşklardan
doğabiliyor. Biz, hiçbir vakit sevmedik, biz, sadece gönlümüzü eğlendirdik.(Aynı
s. 62)
(…)
Leyla : Bugün n,ç,n
köyde çalışmaktan çekiniyoruz? Çünkü saadet telkinimiz başka… Hayattan
istediğimiz kıymetler başka. Mesela ben, süslenip püslenmekten, suratımı
boyamaktan, çaylara gidip dedikodu yapmaktan duyduğum zevki, bir köyde
çocukların saçlarını tarayıp örmekten, bitlerini temizlemekten, köy
kadınlarının arasına girip onlara daha rahat, daha temiz, daha insanca
yaşamaktan öğretmekten alabildiğim güçle, bambaşka bir saadet tealkkisine
kavuşmuş olacağım.”(Aynı s. 54)
Tör’ün Değişen Adam oyununda Fransız dergilerindeki gibi
bir mizah anlayışının Türk milletine sirayet etmesinden duyduğu endişe ile
“köksüzlüğün, geçiciliğin ve adeta bir nevi modern göçebeliğin” sembolü olarak
görüldüğü Avrupa şehirlerinden etkilenme olasılığına karşı duyduğu endişe
koşturt.
Yine tıpkı batıda olduğu gibi kadının ve kadın haklarının
da vurgulandığı bir oyundur.
“Leyla : Kadının da bir
kafası var, elbet işleyecek… Allah kadınlara kafayı süs olsun diye mi verdi
zannediyorsun? Alışmışsınız, kafalarını vücutlarının üstünde süs gibi taşıyan
dişilere, böyle kafasını biraz kullanmasını bilen bir kadına rast geldiniz mi,
derhal afallıyorsunuz.”(Aynı s. 14)
Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşmesi projesi, Osmanlı
İmparatorluğu’nun son döneminde başlayan atılımın arkasından siyasal ve
toplumsal alanda yapılan yeni bir yöneliştir. Kemalist rejim, modernleşmeyi
kurucu ideolojilerinden biri olarak benimserken bir yandan Türk modernleşmesi
medeniyetçilik ilkeleri üzerine inşa edilir. Ulus fikri bir yandan bağımsızlık
fikriyle milliyetçi ideoloji arasındaki gerilimin içinde varolurken, Türk
modernleşmesi de ulusallık ve modernizmin arasındaki gerilimin içinden inşa
edilir. Modernizm, biçim olarak genç Cumhuriyet için biçilmiş kaftanken, içerik
yani kaftanın modernleşmesi ulusallıktan uzaklaşma korkusunu beraberinde
getirir. Cumhuriyet modernleşmesi Batı’nın formlerını almak isterken bir yandan
bireysel öznelliği dışarıda bırakmak ister. Modernizm kaftanı bu anlamda
Kemalizmin idealize ettiği asriliğin karşılığı iken yabancılaşma, soğukluk,
sterillik gibi gösterenleri ile de dışlanması gereken unsurları içinde
barındırır. Dolayısıyla milleti bireyin üstünde konumlayan Cumhuriyet
ideolojisi bu anlamda esasen modernliğe bir biçimde karşıdır. Moderni
millileştirme çabaları çağdaş uygarlık düzeyi oyunlarında rahatlıkla
görülebilir. Türk marangozun kübik mobilyalar yapması, Türk kadınının Fransız
mecmualardan etkilenmek yerine Anadolu’ya hizmet için koşması, Türk profesörün
paraya tamak etmemek için milli hislerini canlı tutma çabası gibi, medeniyete
koşarken ulusallıktan ödün verilmemesi gerilimi oyunlarda kendini belli eder.
Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşırken öz nitelikleri kaybetmeme telaşının çarpıcı
bir örneği abartılı bir özgüven serumunun eşliğinde Değişen Adam metninden
verilebilir:
“Atilla : Dur sana bir
sual soracağım: Türk milletinin kuvveti nereden geliyor?
Demir : Ordusundan…
Atilla : Hayır.
Demir : Milli
birliğinden…
Atilla : Hayır.
Demir : Coğrafi
vaziyetinden…
Atilla : Hayır.
Demir : E, hep
hayır,hayır, hayır… Öyleyse ben
bilmiyorum sen söyle…
Atilla : Haysiyetini
her şeyin üstünde tutmasını bilmesinden. Ordusunun kuvveti bundan. Milli birliği
de bundan… Coğrafi vaziyetini iyi kullanmasını bilmesi de bundan… Sokakta
pılımpırtı bir köylü görürsün; seninle lort gibi konuşur. Vakarlı bir
şahsiyettir.Liyme liyme elbisesinin içinde bile kimsenin erişemeyeceği bir
izzeti nefse, dokunulmaz bir haysiyete maliktir. Başı dimdiktir. Bakışı
dosdoğrudur. Sesi toktur. O bir dilenci değil, zengin haysiyetli bir
beyefendidir.” (Tör, a.g.e. ; s.84)”
Özetle,
yazılış yılları 1923 ile 1940 arasında değişen “ülkücü oyunlar” Kemalist
ideolojinin halkta yaratmayı amaçladığı ulusal kimliğin inşasında
araçsallaşmış; Avrupa karşısında “eziklik” duygusunu yenmek ve özellikle
gençliğin ulusal gururunu ve kendine güvenini güçlendirmek gibi hedeflere
ulaşmada bir araç olarak örgütlenmişledir. Bu hedefler yaşama geçirilirken
Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası kesin olarak reddedilmek istendiğinden,
yüceltilmek istenen geçmişi Orta Asya’da arama projesi devreye girmiştir. Bu
projeyle bir yandan murad edilen ulusal bilinç inşa edilecek, bir yandan da
Turancılığın belli öğeleri Kemalist ideoloji içinde eritilecektir. Bu amaç
doğrultusunda üretilen metinlerde Osmanlı ile koparılmak istenen bağların
yerine icat edilen ya da tepeden indirilen gelenekten söz etmek mümkündür. Aynı
zamanda anılan oyunların hemen hepsinin Türk ırkının bütün medeniyetlerin
kurucusu olduğudüşüncesine dayanan Türk
Tarih Tezi’ni kanıtlamak üzere örgütlendiği rahatça söylenebilir.Kuruluş dönemi
“mit oyunları” bir yandan da oyunlara kahraman seçtikleri tarihsel kişilikleri
Atatürk’le özdeşleştirme uğraşı edinirler. [1]
2)Necip Fazıl Kısakürek’in “Tohum”
veya “Para” adlı oyunlarında “maddi dünya ve manevi bütünlük” karşıtlığını
“ilerleme, makineleşme, batılılaşma” ekseninde örneklerle kısaca açıklayınız.
Necip
Fazıl Kısakürek’in Tohum adlı oyunu, Kurtuluş Savaşı sırasında işgal altındaki
Maraş’ta geçer. Oyunda gözü karalık, mertlik, yiğitlik, şeref, dürüstlük gibi
özellikleriyle düşmanlarının bile hayranlığını kazanan Ferhat Bey’in kardeşi
Osman komitacılarca öldürülmüştür. Komitacılar, Osman’ın eşini kaçırırlar.
Ferhat Bey, kardeşinin eşi Hanım’ı kurtarır. Hanım’ın Ferhat Bey’e olan gizli
aşkı karşılık bulmaz ve Ferhat Bey tarafından Yolcu ile birlikte İstanbul’a
gönderilir, oyunun sonunda Maraş’ın kurtulduğu haberi gelir. Necip Fazıl’ın
oyuna ismini verdiği tohum, Büyük Doğu’nun mefkûresini ifade eder. [3]
“FERHAD BEY – Siz Anadolu’yu tanıyor
musunuz?
YOLCU – Anadolu bildiğimizden başka
bir şey midir?
FERHAD BEY – Çok başka. Başınızı
döndürüp bakın Anadolu’ya! Ne görüyorsunuz? Tek tük yeri ellenmiş, çok yeri
boş, uçsuz bucaksız bir toprak. Toprak renginde, toprakla bir hizada köstebek
yuvası gibi evler, paçavrası yettiği kadar örtünmüş sıska vücutlar ve bu
vücutların tepesinde ne düşündüğü, ne duyduğu belirsiz yanık ve asık yüzler.
İşte Frenk seyyahının ve fotoğraf makinesinin gördüğü Anadolu.” [4,s.86]
Burada görülen sadece Büyük Doğu mefkuresinin karşısında ötekileştirmeye
karşın kadının toplumdaki konumu ve bir insanın bir fotoğraf makinesi kadar
değersizleştirilmesidir. Fotoğraf makinesi de batının icadı olduğu için bu
ötekileştirmeden kaçınmamıştır Necip Fazıl.
“YOLCU- Anadolu’nun görünmeyen bir tarafı mı
var?
FERHAT BEY- (Sesi birden bire en üst
perdeye fırlar.)Ruhu var! Ruhu görünmez!
YOLCU- Biz bu ruhu tanımıyor muyuz?
FERHAT BEY- Biz bu ruhu tanımıyoruz.
Çünkü bu ruh dal budak salmış bir ağaç gibi göz önünde fışkırmış hakikatlerden
değildir. En derin ve en gizli hakikatlerdendir. Hakikat kesifleştikçe küçülür
ve küçüldükçe gizlenir. Bir tohum gibi.” [4, s.65]
Madde açık, ruh gizlidir. “Boynunu kessen sırrını vermeyen Anadolu”
karanlık bir kuyuda yaşar gibi yaşar. Batılı ve Batılı’nın fotoğraf
makinesinden görünen Anadolu ise yüzeysel, maddenin dünyasına ait olan dış
gerçekliktir. Ve bu bakış açısıyla ruhun görünmesi mümkün değildir. Oyunda,
kahramanlık en temel erdem olarak, Anadolu’ya ve gerçek Anadolu ruhuna
atfedilen nitelik olarak dikkat çeker. Ferhat Bey özelinde dile getirilen
“seyircisiyle birlikte düşmanı kendine hayran etme” durumu, Batılı güçlere
karşı verilen mücadelede düşman Batı’yı kendine hayran bırakma, bir anlamda
Batı tarafından kabul edilip onaylanma arzusunun da bir göstergesidir. Necip
Fazıl’ın kahramanı, “eski zaman kahramanlarını” andırır. Ferhat Bey, oyunun
zaman-mekânının gerektirdiği yoğun dışsal çatışmaya karşın bakışını içe
çevirmiştir. Kurtuluş Savaşı içinde olunmasına karşın Batı hakkındaki
düşünceleri genel kahramanlık ve millilik söyleminden farklılaşır: [3]
“FERHAT BEY- Onlar akıllarıyla top
yaptılar. Biz yapamadık. Şimdi biz, aklımızdan başka bir tarafımızla iş
yapabilirsek yapacağız. (…) Ateşi kanla söndürmek, çeliği etle körlemek ve
maddeyi ruhla durdurmak gayretindeyiz. (…)Madem ki akıldan imdat yok, madem ki
akıl bir maşrapa su gibi alacağı kadar alıyor, yerin dibine geçsin o bir
maşrapa su! Bırakın ruh tecrübesini yapsın!” [4, s.34]
Buradaoksidentalist düşünce
biçiminden söz etmek gerekiyor. Okzidentalizm 3'e ayrılır. Bunlardan birincisi
bildiğimiz gibi oryantalizmin tam anlamıyla zıddı olan ve doğu insanlarının
batıya olan öfke ve nefretleridir. İkinci olarak okzidentalizm doğulu
insanların kendi insanlarına olan nefreti ( afganistan'da taliban, ırak'ta saddam
vs.) ya da Fernando Coronil'in belirttiği gibi batıdaki doğuluların kendi
insanlarından kaçmaları yahut kendi kimliklerini saklamalarıdır. Üçüncü ve son
olanı ise doğulu insanların batıya olan özentilikleridir. Oksidentalist bakışla
yazılmış bir oyundur tohum.
Milli mücadelenin
Batı’nın üstün tekniğine karşı imanı yücelten çağrısından farklı olarak Necip
Fazıl’ın ruh ve akıl karşılaştırmasında topyekûn bir Doğu-Batı, ruh-madde
karşılaştırması ve İslami anlamda maneviyata dönüş çağrısı vardır. Bu ayrım
oyunun zaman-mekân seçimi ile dramatik çatışmanın kurulumu arasındaki boşlukta
da belirginleşir. Oyun, Kurtuluş Savaşı sırasında Maraş’ta geçmesine rağmen
oyunun kahramanlaştırılan karakteri Ferhat Bey, açık bir biçimde düşmanla karşı
karşıya gelmez, kişiselleşmiş meseleler üzerinden komitacılarla çatışır. Oyunda
Ferhat Bey, Batı dünyasına, madde ve ruha dair görüşlerini belirtip içe, öze
dönmeye yönelik çağrıda bulunurken, oyunun sonuna doğru acı çekmenin
yüceliğinden bahsederek kişisel dünyasına gömülür. Oyunda Kurtuluş Savaşı’na
dair tek haber son sahnede gelir, Maraş kurtulmuştur fakat Ferhat Bey bu habere
bile kendi iç dünyasındaki acılar nedeniyle belli belirsiz bir tepki verir.
Necip Fazıl, dramatik aksiyonu seçtiği mekân ve zaman uygun olarak değil, belli
bir kahramanlık kültü üzerine kurmuş, bu kültü eski zamanlara yaslamış, Doğu ve
Batı hakkındaki düşüncelerini dile getirmek için Batı’yı tanıyıp Batı’ya küsmüş
bir karakter seçmiştir. Yerlici Garbiyatçılığın Batı’yı madde ile
özdeşleştirerek ruhu yücelten yaklaşımı Tohum’un bu eski zaman
kahramanının sözleriyle görünürlük kazanır. Ferhat Bey Batı’da yaşamış, Batılı
bir eğitimden geçmiş, daha sonra bu maddeci dünyaya isyan ederek Anadolu’ya
gelmiştir. Düşmanını “ödünü patlatarak” öldüren, herkesin karşısında titrediği
ve hiçbir şeyden korkmayan Ferhat Bey, “sahte kahramanlardan”, Batılı
münevverlerden korktuğunu söyler. “Ruhu unuttular” der Batı’daki hayat için.
Ağaç, tohumu unutmuştur ve bu yabancılaşmanın sorumlusu olarak Batılı yaşam
tarzı işaret edilir. Batılı modernleşme, modernleşmenin getirdiği makineleşme
ise açık biçimde ruh ve özün karşısında konumlandırılır: [3]
“YOLCU- Ne tuhaf sizi dinlediğim
zaman hayalim, tarihin en imanlı günlerine akıyor. Yirminci asırda yaşadığımı
unutuyorum. Maddenin ve makinenin idare ettiği devir, birdenbire ta öbür
başından sıcak bir iman şarkısı gelen bir kum çölü gibi düzleşiveriyor. Ruh o
çölün göklerinde seksen katlı apartmanlara ve telsiz telgraf direklerine
çarpmadan zahmetsizce uçuyor. Fakat bu rüyadan uyanmak tehlikesi olmasa.
Yorgunluk, kırıklık ve hiçlik nedir o zaman anlayacağız diye korkuyorum. Makine
rüyamızı yutacak diye korkuyorum.
FERHAT BEY- Makine, makine. Yirminci
asrın ateş kusan mabudu. İnsan onu koluna yardım etmek için yaptı. Kolumuz
beynimizin emrindedir. Yardımcı, yardım ettiği şeyin derecesini nasıl geçer?
Makineyi şahlandırdılar. Makine şahlandı. İçinde insan olduğu halde her şeyi
ben yarattım demeye başladı. Onun hükmünü dinlediler. Bu demir kulaklı mankafa
putu, eski imanlardan kalma tahta oturttular. Maymunlar gibi onun seslerini ve
hareketlerini taklit ettiler. (…) Madde asrı diyorlar. Madde asrında olsalardı
makineyi mabut yerine çıkarıp önünde ayin yaparlar mıydı? (…)Eyvah onun kime
ait olduğunu bilmeyenlere, eyvah ruhlarını kaybedenlere!” [4]
Tarihin en imanlı günlerine akan ruh, yerlici Garbiyatçılığın asr-ı
saadet özlemini dile getirir. Makineleşme, ruhun sorunsuz akıp gittiği rüya
zamanların karşısına somut, katı gerçeklik olarak dikilir. Modern dünyada
makinenin tanrılaşması ve insan ruhuna dair her şeyi yok etmesi, insanların
tanrılaştırdıkları bir makine karşısında ayin yapar hale gelmesi ise İslami bir
distopyanın göstergelerini açığa çıkarır. Batılı modernleşmenin, yerlici
Garbiyatçılığın yücelttiği Anadolu’nun saf, kapalı dünyasına tehdit olarak
görülmesi, yabancı bir makine gözün algılayamayacağı sırra, öze saldırı olarak
algılanması, yazarın savaş koşulları altında somut bir düşman olarak Batı
tarifinden çok Batılılaşma, modernleşme sürecinin tehlikeleri üzerinde
durduğunun göstergesidir. [3]
Nacip Fazıl Kısakürek’in bu oyunu kadın sorunları açısından tekrar
incelenmelidir. Döneminde kadınların yaşadığı zorluklar, toplumun kadınlarının
diğerlerinin gözündeki konumu gibi nedenlerden araştırmalara açık bir konudur.
Yine kadının toplumdaki konumunun, Atatürk döneminde yazılan oyunlarla nasıl
değiştiği de bu araştırma neticesinde gözler önüne seriliyor.
KAYNAKÇA
[1] Elif Çongur, Ulusal
Kimliği Tiyatro İle Kurmak, s.90
[2] Faruk Nafiz Çamlıbel,
Akın, İstanbul Devlet Matbaası, 1932
[3] Gülşah Erdem, Türk
Tiyatrosunda Garbiyatçı Fantezi, 2014
[4] Necip Fazıl
Kısakürek, Tohum, Büyük Doğu Yayınları, 1935