26 Ocak 2019 Cumartesi

Orta Asya Köken Oyunları ve Çağdaş Uygarlık Düzeyi Oyunları


1)      Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk Tarih Tezi’ni desteklemek amacıyla yazılmış “Orta Asya Köken Oyunları” ile ulusa özgüven kazandırmak amacıyla yazılmış “Çağdaş Uygarlık Düzeyi Oyunları”nda  “Batı Algısını” ve bu iki türdeki farklı “Batı Kurgularını” seçtiğiniz iki oyun üzerinden kısaca açıklayınız.
Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Akın” oyunu ulusal geçmiş icat etme ya da tepeden indirme kavramları yani Türk Tarih Tezi’ni destekleyici unsurlar nedeniyle incelenebilecek bir oyun metnidir.
Akın metninin sadece kendisi değil, yazılış serüveni de tiyatro ve ulusal kimlik inşası ilişkisi ipuçlarını içinde barındırmaktadır. Atatürk’ün yazılış aşamasında bizzat ilgilendiği metni, Afet İnan’a inceletmesi ile başlayan süreç,provaların izlenmesi ve çeşitli müdahalelerle oyuna yön verilmesiyle gelişir. 4 Ocak 1932’de Ankara Türk Ocağı salonunda ilk gösterimini yapan oyun, daha sonra Atatürk’ün isteğiyle İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oynanır.
Ulusal kimliğin kökenlerini Orta Asya’daki kavimlere kadar taşıyan Akın, hece vezni ile kaleme alınmıştır. “Prolog”da, Türk Tarihi’nin derinliklerinden “Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya kadar geçen sürecin destanının anlatılacağı söylenir. Suyu, yeşili, ağacı bol, bereketli topraklara akınlar düzenleyerek, yerleşmek için yeni yurtlar ele geçirmek isteyen yaşlı Hakan İstemi Han’ın, on bir yıldır süren kuraklığın sona ermesi için, yasa gereğince kurban edilmesi gerekir. Gün, Batı ve Doğu Beyleri, bu hükmü yerine getirmek üzere İstemi Han’a  gelirler. Üç beyin oğulları da devlet yönetimini öğrenmeleri için İstemi Han’ın yanındadırlar. Üç Başbuğ, kuraklığın devam edeceği ve kurban edilme sırasının İstemi Han’dan sonra kendilerine de geleceği korkusuyla, Han yerine kızı Suna’nın öldürülmesi için Baş Bakıcı’yı kandırırlar. Gün Başbuğu’nun oğlu Demir ise Suna’yı sevmektedir ve oyunu bozar, hileyi ortaya çıkarır. Üç Başbuğ halk tarafından öldürülür. Oğulları Bumin, Boyan ve Demir, Başbuğ olur ve İstemi Han’ın “akın” ülküsünü gerçekleştirirler. (Çamlıbel, 1932)
İslamiyet öncesi eski Türk Anayurdu’nda geçen Akın oyunundaki yurt izleği, Anadolu’daki Türk varlığının Ermeni ve Yunan varlığından daha eski tarihli olmasına dayanarak, Türklerin kendilerini “ilk yerleşen” olarak meşrulaştırdığı tarih anlayışının tiyatro sahnesindeki izdüşümü gibidir. Asyalı geçmişe köklendirilen yeni tarih anlayışının, geçmişin Türk toplumlarını geriye doğru laik, hoşgörülü, demokratik, parlamenter, eşitlikçi ve kadına geniş bir yer tanıyan topluluklar olarak sunduğu hatırlandığında, Akın oyununda bu izleğin karşılığı açıklanmış olur. Buradaki bir önemli nokta, oyunun prologunda da açık edilen Türk tarihinin derinliklerinden “Gazi Mustafa Kemal Paşa”ya kadar geçen sürecin destanının anlatılması meselesidir. Türk tarihçilerinin “Kemalizm ilkelerinin Türklerde ezelden beri var olduğu” varsayımı, oyuna yansıyan önemli bir mesajdır.[1] Bu niteliklerin yanı sıra, oyunda yeni neslin çalışkanlık, dürüstlük ve devlete bağlılık gibi nitelikleri de Türklüğün simge nitelikleri olarak seçilir. Türklerin özlerini ve asli niteliklerini kıtalar aşan göçlere rağmen koruyabildikleri iddiası ve kesintisiz, doğrusal bir tarih olarak sunulmak istenen anlayış oyunda pekiştirilir. İstemi Han’ın anayurttan göç etmek ve Türk’e yeni yurtlar bulmak ülküsünü özetleyen aşağıdaki bölümde, özlerini gittikleri her yerde taşıyacak olmalarının altı özellikle çizilir.

“Yurdunda bir dikili ağaç kalmadığı gün
Yerinde durduğunu görürler gene Türk’ün.
Ayırmağa çalışmak ikisini boş etmek:
Türk demek yurt demektir, yurt demek de  
Türk demek!

Sizdedir bu varlığı kurtaracak son büyü.
Sizin göç etmenizdir diriltecek ölüyü…
Bekçisi kalsın artık bu yurdun ihtiyarlar.
Koç  yiğitler arasın başka güzel diyarlar.

Bilgi bir elinizde, san’at bir elinizde,
Altınızda yağız at, dal kılıç belinizde,
Okları hiç şaşmayan yayınızla yürüyün,
Akın alaylarını arkanızdan sürüyün.
Kulağınızda kalsın ölürsem vasiyetim:
Gençleri yollamaktı sağa sola niyetim.” [2]

Akın metnindeki bir başka önemli nokta, töreye ve devlet geleneğine ihanet eden oyun kişilerinin karşısına, yeni kuşak anlayışın konulmasıdır. Eskimiş, köhnemiş zihniyetin yerine, genç düşüncenin konulması hem Osmanlı’nın reddi hem de Cumhuriyet  devrimlerine övgü anlamında dikkat çekicidir. Akın metniyle, Türk ulusal kimliği söyleminin, “yok olma endişesine dayalı bir tepki olarak ortaya çıktığı” savı arasında bir koşutluk vardır. Taner Akçam’ın “korunma isteğinin Türk ulusalcılığının temel bir karakteri olarak ulus-devletin kuruluşundan sonra da kendisini sürdürdüğü, yeni Cumhuriyetin İstiklal Marşı’nın ‘korkma’ ile başlamasının ve marşın bütününde hakim bir tema olmasının korunma isteğinin belirleyiciliği” okumasının bir örneği bu metinde de görülebilir.

Korkmayın benliğiniz yad elde erir diye,
Hiçbir kanın cevheri sizden yüksek düşmez,
Hiçbir elin hüneri Türk’le boy ölçüşemez.

Vedat Nedim Tör’ün Değişen Adam oyunu da çağdaş uygarlık düzeyi oyunların başlığında ele alınabilecek bir oyundur. : Memleketi çağdaş uygarlığa taşımak için yurdun dört bir köşesine gidip hizmet vermeyi arzulayan idealist gençler, bireysel arzuların önüne “milli hislerin geçirilmesine”çalışırlar. Bir halkevi salonunda, masada gazete ve dergileirn başında yaptıkları tartışma önce “karikatür mecmualarının” sonra da giderek ulusal bilince katkı sunması gerektiğini düşündükleri tüm etkinliklerin eleştirisiyle başlar. Önlerindeki mizah dergisi tıpkı Fransız dergilerinde olduğu gibi baştan aşağıya “adi ve aşağılık” şeylerle doludur. Gençlerin endişesi “Fransız insanında utanma sıkılma duygusunu silen, haysiyet bırakmayan hatta yıkımlarına sebep olan bu tip mizah anlayışının Türk milletine sirayet etmesidir.”Telkinin kuvvetini ve manasını çözmüş olan gençler cemiyetteki ahlaki değerlerin alay konusu edildiği bu tür dergilere savaş açarlar.Ancak mesele dergilere savaş açmakla çözülemeyeceğinden meselenin altında yatan boş, heyecansız, milli hislerden yoksun gençliğin uyandırılması olmalıdır. Bu inançla karar veren farklı meslek gruplarından gençler köylerde çalışmak üzere yurda dağılırlar. Oyunun sonunda bencil, keyfine düşkün, züppe bir adam olarak çizilmiş, Leyla’nın tüm çabalarına rağmen bireysel isteklerini milli hislerinin üstünde tutmuş olan Sedat, hasta yatağında geçirdiği zamanlarda “büyük millet”aşkını fark etmiş, onlara katılmak üzere değişmiştir.
Oyunda bir yandan çağdaş uygarlığa ulaşmak için tutulacak yolun altı çizlirken, bu yolun muhakkak birey ya da benlik fikrinden kurtulmaktan geçtiği vurgulanır. Gökalp’in birey-toplum çatışmasının kolaylıkla takip edilebileceğini, mefkureniz izinin kolaylıkla sürülebileceğini söylemek mümkündür.Bireyselliği insanın hayvani yanlarıyla şehevi yapısının karışımından oluştuğunu iddia eden Gökalp’in,bireyin bunlardan kurtulmasıyla ve ait olduğu toplumun üyeleriyle ortak fikirlere uygun hareket etmeyi öğrenmesiyle kişilik olabileceğine dair savı oyunun temasıyla birebir örtüşür:

“Atilla : İçimizdeki Benlik ifritinin kölesi olmaktan kurtulalım.( Tör, a.g.e. ; s.50)
Sedat : Büyük işler, baüyük feragatler için büyük aşklar lazım. Aşkları basit bir hayvanca münasebetten ileri gidemeyen insanlar, büyük işler için lazım gelen büyük kuvveti de içlerinde bulamayanlar. Büyük idealler, yalnız büyük aşklardan doğabiliyor. Biz, hiçbir vakit sevmedik, biz, sadece gönlümüzü eğlendirdik.(Aynı s. 62)
(…)
Leyla : Bugün n,ç,n köyde çalışmaktan çekiniyoruz? Çünkü saadet telkinimiz başka… Hayattan istediğimiz kıymetler başka. Mesela ben, süslenip püslenmekten, suratımı boyamaktan, çaylara gidip dedikodu yapmaktan duyduğum zevki, bir köyde çocukların saçlarını tarayıp örmekten, bitlerini temizlemekten, köy kadınlarının arasına girip onlara daha rahat, daha temiz, daha insanca yaşamaktan öğretmekten alabildiğim güçle, bambaşka bir saadet tealkkisine kavuşmuş olacağım.”(Aynı s. 54)

            Tör’ün Değişen Adam oyununda Fransız dergilerindeki gibi bir mizah anlayışının Türk milletine sirayet etmesinden duyduğu endişe ile “köksüzlüğün, geçiciliğin ve adeta bir nevi modern göçebeliğin” sembolü olarak görüldüğü Avrupa şehirlerinden etkilenme olasılığına karşı duyduğu endişe koşturt.
            Yine tıpkı batıda olduğu gibi kadının ve kadın haklarının da vurgulandığı bir oyundur.

“Leyla : Kadının da bir kafası var, elbet işleyecek… Allah kadınlara kafayı süs olsun diye mi verdi zannediyorsun? Alışmışsınız, kafalarını vücutlarının üstünde süs gibi taşıyan dişilere, böyle kafasını biraz kullanmasını bilen bir kadına rast geldiniz mi, derhal afallıyorsunuz.”(Aynı s. 14)

            Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşmesi projesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde başlayan atılımın arkasından siyasal ve toplumsal alanda yapılan yeni bir yöneliştir. Kemalist rejim, modernleşmeyi kurucu ideolojilerinden biri olarak benimserken bir yandan Türk modernleşmesi medeniyetçilik ilkeleri üzerine inşa edilir. Ulus fikri bir yandan bağımsızlık fikriyle milliyetçi ideoloji arasındaki gerilimin içinde varolurken, Türk modernleşmesi de ulusallık ve modernizmin arasındaki gerilimin içinden inşa edilir. Modernizm, biçim olarak genç Cumhuriyet için biçilmiş kaftanken, içerik yani kaftanın modernleşmesi ulusallıktan uzaklaşma korkusunu beraberinde getirir. Cumhuriyet modernleşmesi Batı’nın formlerını almak isterken bir yandan bireysel öznelliği dışarıda bırakmak ister. Modernizm kaftanı bu anlamda Kemalizmin idealize ettiği asriliğin karşılığı iken yabancılaşma, soğukluk, sterillik gibi gösterenleri ile de dışlanması gereken unsurları içinde barındırır. Dolayısıyla milleti bireyin üstünde konumlayan Cumhuriyet ideolojisi bu anlamda esasen modernliğe bir biçimde karşıdır. Moderni millileştirme çabaları çağdaş uygarlık düzeyi oyunlarında rahatlıkla görülebilir. Türk marangozun kübik mobilyalar yapması, Türk kadınının Fransız mecmualardan etkilenmek yerine Anadolu’ya hizmet için koşması, Türk profesörün paraya tamak etmemek için milli hislerini canlı tutma çabası gibi, medeniyete koşarken ulusallıktan ödün verilmemesi gerilimi oyunlarda kendini belli eder. Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşırken öz nitelikleri kaybetmeme telaşının çarpıcı bir örneği abartılı bir özgüven serumunun eşliğinde Değişen Adam metninden verilebilir:

“Atilla : Dur sana bir sual soracağım: Türk milletinin kuvveti nereden geliyor?
Demir : Ordusundan…
Atilla : Hayır.
Demir : Milli birliğinden…
Atilla : Hayır.
Demir : Coğrafi vaziyetinden…
Atilla : Hayır.
Demir : E, hep hayır,  hayır, hayır… Öyleyse ben bilmiyorum sen söyle…
Atilla : Haysiyetini her şeyin üstünde tutmasını bilmesinden. Ordusunun kuvveti bundan. Milli birliği de bundan… Coğrafi vaziyetini iyi kullanmasını bilmesi de bundan… Sokakta pılımpırtı bir köylü görürsün; seninle lort gibi konuşur. Vakarlı bir şahsiyettir.Liyme liyme elbisesinin içinde bile kimsenin erişemeyeceği bir izzeti nefse, dokunulmaz bir haysiyete maliktir. Başı dimdiktir. Bakışı dosdoğrudur. Sesi toktur. O bir dilenci değil, zengin haysiyetli bir beyefendidir.” (Tör, a.g.e. ; s.84)”      
Özetle, yazılış yılları 1923 ile 1940 arasında değişen “ülkücü oyunlar” Kemalist ideolojinin halkta yaratmayı amaçladığı ulusal kimliğin inşasında araçsallaşmış; Avrupa karşısında “eziklik” duygusunu yenmek ve özellikle gençliğin ulusal gururunu ve kendine güvenini güçlendirmek gibi hedeflere ulaşmada bir araç olarak örgütlenmişledir. Bu hedefler yaşama geçirilirken Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası kesin olarak reddedilmek istendiğinden, yüceltilmek istenen geçmişi Orta Asya’da arama projesi devreye girmiştir. Bu projeyle bir yandan murad edilen ulusal bilinç inşa edilecek, bir yandan da Turancılığın belli öğeleri Kemalist ideoloji içinde eritilecektir. Bu amaç doğrultusunda üretilen metinlerde Osmanlı ile koparılmak istenen bağların yerine icat edilen ya da tepeden indirilen gelenekten söz etmek mümkündür. Aynı zamanda anılan oyunların hemen hepsinin Türk ırkının bütün medeniyetlerin kurucusu olduğu  düşüncesine dayanan Türk Tarih Tezi’ni kanıtlamak üzere örgütlendiği rahatça söylenebilir.Kuruluş dönemi “mit oyunları” bir yandan da oyunlara kahraman seçtikleri tarihsel kişilikleri Atatürk’le özdeşleştirme uğraşı edinirler. [1]

2)      Necip Fazıl Kısakürek’in “Tohum” veya “Para” adlı oyunlarında “maddi dünya ve manevi bütünlük” karşıtlığını “ilerleme, makineleşme, batılılaşma” ekseninde örneklerle kısaca açıklayınız.

     Necip Fazıl Kısakürek’in Tohum adlı oyunu,  Kurtuluş Savaşı sırasında işgal altındaki Maraş’ta geçer. Oyunda gözü karalık, mertlik, yiğitlik, şeref, dürüstlük gibi özellikleriyle düşmanlarının bile hayranlığını kazanan Ferhat Bey’in kardeşi Osman komitacılarca öldürülmüştür. Komitacılar, Osman’ın eşini kaçırırlar. Ferhat Bey, kardeşinin eşi Hanım’ı kurtarır. Hanım’ın Ferhat Bey’e olan gizli aşkı karşılık bulmaz ve Ferhat Bey tarafından Yolcu ile birlikte İstanbul’a gönderilir, oyunun sonunda Maraş’ın kurtulduğu haberi gelir. Necip Fazıl’ın oyuna ismini verdiği tohum, Büyük Doğu’nun mefkûresini ifade eder. [3]
“FERHAD BEY – Siz Anadolu’yu tanıyor musunuz?
YOLCU – Anadolu bildiğimizden başka bir şey midir?
FERHAD BEY – Çok başka. Başınızı döndürüp bakın Anadolu’ya! Ne görüyorsunuz? Tek tük yeri ellenmiş, çok yeri boş, uçsuz bucaksız bir toprak. Toprak renginde, toprakla bir hizada köstebek yuvası gibi evler, paçavrası yettiği kadar örtünmüş sıska vücutlar ve bu vücutların tepesinde ne düşündüğü, ne duyduğu belirsiz yanık ve asık yüzler. İşte Frenk seyyahının ve fotoğraf makinesinin gördüğü Anadolu.” [4,s.86]

     Burada görülen sadece Büyük Doğu mefkuresinin karşısında ötekileştirmeye karşın kadının toplumdaki konumu ve bir insanın bir fotoğraf makinesi kadar değersizleştirilmesidir. Fotoğraf makinesi de batının icadı olduğu için bu ötekileştirmeden kaçınmamıştır Necip Fazıl.

 “YOLCU- Anadolu’nun görünmeyen bir tarafı mı var?
FERHAT BEY- (Sesi birden bire en üst perdeye fırlar.)Ruhu var! Ruhu görünmez!
YOLCU- Biz bu ruhu tanımıyor muyuz?
FERHAT BEY- Biz bu ruhu tanımıyoruz. Çünkü bu ruh dal budak salmış bir ağaç gibi göz önünde fışkırmış hakikatlerden değildir. En derin ve en gizli hakikatlerdendir. Hakikat kesifleştikçe küçülür ve küçüldükçe gizlenir. Bir tohum gibi.” [4, s.65]

     Madde açık, ruh gizlidir. “Boynunu kessen sırrını vermeyen Anadolu” karanlık bir kuyuda yaşar gibi yaşar. Batılı ve Batılı’nın fotoğraf makinesinden görünen Anadolu ise yüzeysel, maddenin dünyasına ait olan dış gerçekliktir. Ve bu bakış açısıyla ruhun görünmesi mümkün değildir. Oyunda, kahramanlık en temel erdem olarak, Anadolu’ya ve gerçek Anadolu ruhuna atfedilen nitelik olarak dikkat çeker. Ferhat Bey özelinde dile getirilen “seyircisiyle birlikte düşmanı kendine hayran etme” durumu, Batılı güçlere karşı verilen mücadelede düşman Batı’yı kendine hayran bırakma, bir anlamda Batı tarafından kabul edilip onaylanma arzusunun da bir göstergesidir. Necip Fazıl’ın kahramanı, “eski zaman kahramanlarını” andırır. Ferhat Bey, oyunun zaman-mekânının gerektirdiği yoğun dışsal çatışmaya karşın bakışını içe çevirmiştir. Kurtuluş Savaşı içinde olunmasına karşın Batı hakkındaki düşünceleri genel kahramanlık ve millilik söyleminden farklılaşır: [3]

“FERHAT BEY- Onlar akıllarıyla top yaptılar. Biz yapamadık. Şimdi biz, aklımızdan başka bir tarafımızla iş yapabilirsek yapacağız. (…) Ateşi kanla söndürmek, çeliği etle körlemek ve maddeyi ruhla durdurmak gayretindeyiz. (…)Madem ki akıldan imdat yok, madem ki akıl bir maşrapa su gibi alacağı kadar alıyor, yerin dibine geçsin o bir maşrapa su! Bırakın ruh tecrübesini yapsın!” [4, s.34]

     Burada  oksidentalist düşünce biçiminden söz etmek gerekiyor. Okzidentalizm 3'e ayrılır. Bunlardan birincisi bildiğimiz gibi oryantalizmin tam anlamıyla zıddı olan ve doğu insanlarının batıya olan öfke ve nefretleridir. İkinci olarak okzidentalizm doğulu insanların kendi insanlarına olan nefreti ( afganistan'da taliban, ırak'ta saddam vs.) ya da Fernando Coronil'in belirttiği gibi batıdaki doğuluların kendi insanlarından kaçmaları yahut kendi kimliklerini saklamalarıdır. Üçüncü ve son olanı ise doğulu insanların batıya olan özentilikleridir. Oksidentalist bakışla yazılmış bir oyundur tohum.
    
Milli mücadelenin Batı’nın üstün tekniğine karşı imanı yücelten çağrısından farklı olarak Necip Fazıl’ın ruh ve akıl karşılaştırmasında topyekûn bir Doğu-Batı, ruh-madde karşılaştırması ve İslami anlamda maneviyata dönüş çağrısı vardır. Bu ayrım oyunun zaman-mekân seçimi ile dramatik çatışmanın kurulumu arasındaki boşlukta da belirginleşir. Oyun, Kurtuluş Savaşı sırasında Maraş’ta geçmesine rağmen oyunun kahramanlaştırılan karakteri Ferhat Bey, açık bir biçimde düşmanla karşı karşıya gelmez, kişiselleşmiş meseleler üzerinden komitacılarla çatışır. Oyunda Ferhat Bey, Batı dünyasına, madde ve ruha dair görüşlerini belirtip içe, öze dönmeye yönelik çağrıda bulunurken, oyunun sonuna doğru acı çekmenin yüceliğinden bahsederek kişisel dünyasına gömülür. Oyunda Kurtuluş Savaşı’na dair tek haber son sahnede gelir, Maraş kurtulmuştur fakat Ferhat Bey bu habere bile kendi iç dünyasındaki acılar nedeniyle belli belirsiz bir tepki verir. Necip Fazıl, dramatik aksiyonu seçtiği mekân ve zaman uygun olarak değil, belli bir kahramanlık kültü üzerine kurmuş, bu kültü eski zamanlara yaslamış, Doğu ve Batı hakkındaki düşüncelerini dile getirmek için Batı’yı tanıyıp Batı’ya küsmüş bir karakter seçmiştir. Yerlici Garbiyatçılığın Batı’yı madde ile özdeşleştirerek ruhu yücelten yaklaşımı Tohum’un bu eski zaman kahramanının sözleriyle görünürlük kazanır. Ferhat Bey Batı’da yaşamış, Batılı bir eğitimden geçmiş, daha sonra bu maddeci dünyaya isyan ederek Anadolu’ya gelmiştir. Düşmanını “ödünü patlatarak” öldüren, herkesin karşısında titrediği ve hiçbir şeyden korkmayan Ferhat Bey, “sahte kahramanlardan”, Batılı münevverlerden korktuğunu söyler. “Ruhu unuttular” der Batı’daki hayat için. Ağaç, tohumu unutmuştur ve bu yabancılaşmanın sorumlusu olarak Batılı yaşam tarzı işaret edilir. Batılı modernleşme, modernleşmenin getirdiği makineleşme ise açık biçimde ruh ve özün karşısında konumlandırılır: [3]

“YOLCU- Ne tuhaf sizi dinlediğim zaman hayalim, tarihin en imanlı günlerine akıyor. Yirminci asırda yaşadığımı unutuyorum. Maddenin ve makinenin idare ettiği devir, birdenbire ta öbür başından sıcak bir iman şarkısı gelen bir kum çölü gibi düzleşiveriyor. Ruh o çölün göklerinde seksen katlı apartmanlara ve telsiz telgraf direklerine çarpmadan zahmetsizce uçuyor. Fakat bu rüyadan uyanmak tehlikesi olmasa. Yorgunluk, kırıklık ve hiçlik nedir o zaman anlayacağız diye korkuyorum. Makine rüyamızı yutacak diye korkuyorum.

FERHAT BEY- Makine, makine. Yirminci asrın ateş kusan mabudu. İnsan onu koluna yardım etmek için yaptı. Kolumuz beynimizin emrindedir. Yardımcı, yardım ettiği şeyin derecesini nasıl geçer? Makineyi şahlandırdılar. Makine şahlandı. İçinde insan olduğu halde her şeyi ben yarattım demeye başladı. Onun hükmünü dinlediler. Bu demir kulaklı mankafa putu, eski imanlardan kalma tahta oturttular. Maymunlar gibi onun seslerini ve hareketlerini taklit ettiler. (…) Madde asrı diyorlar. Madde asrında olsalardı makineyi mabut yerine çıkarıp önünde ayin yaparlar mıydı? (…)Eyvah onun kime ait olduğunu bilmeyenlere, eyvah ruhlarını kaybedenlere!” [4]

     Tarihin en imanlı günlerine akan ruh, yerlici Garbiyatçılığın asr-ı saadet özlemini dile getirir. Makineleşme, ruhun sorunsuz akıp gittiği rüya zamanların karşısına somut, katı gerçeklik olarak dikilir. Modern dünyada makinenin tanrılaşması ve insan ruhuna dair her şeyi yok etmesi, insanların tanrılaştırdıkları bir makine karşısında ayin yapar hale gelmesi ise İslami bir distopyanın göstergelerini açığa çıkarır. Batılı modernleşmenin, yerlici Garbiyatçılığın yücelttiği Anadolu’nun saf, kapalı dünyasına tehdit olarak görülmesi, yabancı bir makine gözün algılayamayacağı sırra, öze saldırı olarak algılanması, yazarın savaş koşulları altında somut bir düşman olarak Batı tarifinden çok Batılılaşma, modernleşme sürecinin tehlikeleri üzerinde durduğunun göstergesidir. [3]

     Nacip Fazıl Kısakürek’in bu oyunu kadın sorunları açısından tekrar incelenmelidir. Döneminde kadınların yaşadığı zorluklar, toplumun kadınlarının diğerlerinin gözündeki konumu gibi nedenlerden araştırmalara açık bir konudur. Yine kadının toplumdaki konumunun, Atatürk döneminde yazılan oyunlarla nasıl değiştiği de bu araştırma neticesinde gözler önüne seriliyor.




KAYNAKÇA
[1] Elif Çongur, Ulusal Kimliği Tiyatro İle Kurmak, s.90
[2] Faruk Nafiz Çamlıbel, Akın, İstanbul Devlet Matbaası, 1932
[3] Gülşah Erdem, Türk Tiyatrosunda Garbiyatçı Fantezi, 2014
[4] Necip Fazıl Kısakürek, Tohum, Büyük Doğu Yayınları, 1935



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder