1)
Ortaçağ Batı Avrupa’sında sanatın
belirleyici özelliği olan simgesel ve alegorik anlatımın Ortaçağ insanının
dünya görüşüyle ilişkisini açıklayınız.
Ortaçağ insanı tam anlamıyla şeylerde Tanrı’ya
ilişkin anlamlar, göndermeler, sezgisel gerçekler ve belirimlerle yüklü bir
dünyada, sürekli olarak simgesel bir dille konuşan bir doğada yaşıyordu; bu
doğada bir aslan yalnızca aslan, bir ceviz yalnızca ceviz değildi, efsanevi
hipogrif aslan kadar gerçekti, çünkü aslan gibi o da var olup olmamasından
bağımsız olarak daha üstün bir hakikatin göstergesiydi.
Karanlık çağ, yüksek Ortaçağ yılları,
şehirlerin bir çöküşü yaşadığı, kırsal alanların yoksullaştığı, kıtlıkların,
işgallerin, veba salgınlarının ve erken ölümlerin yaşandığı yıllardır. Bu
nedenle simgesel bir dağarcığın geliştirilmesi, bunalım duygusuna karşı
,imgesel bir tepki oluşturmuş olabilir.Simgesel görüşte doğa en korkunç
yönleriyle bile yaratıcının bize dünya düzeninden, doğaüstü iyiliklerden, dünya
düzeni içinde Cennet’i hak etmek için atmamız gereken adımlardan söz ettiği
alfabe haline gelir.Nesneler düzensizlikleri, yozlukları, düşman görünümleriyle
bizde güvensizlik yaratabilir; ama nesne, görünen şey değildir, başka bir şeyin
göstergesidir. Öyleyse dünya yeniden umut dolu bir yer niteliği kazanabilir,
çünkü dünya Tanrı’nın insanla konuşmasıdır.
Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında da inanç
ilkeleri simgesel bir anlatımla dile getirilmişti; bu simgesel anlatım
kovuşturma tehlikesinden sakınma gereksinmesinden kaynaklanıyor, söz gelimi
kurtarıcı İsa balık simgesiyle gösteriliyordu. Bu simgecilik Ortaçağ insanının
mizacına uygun bir imgesel ve eğitsel olanağa zemin hazırlamıştı. Bir yandan
sıradan insanlar,hakikatleri,onları kavramalarına olanak sağlayan imgelere
çevirmeyi kolay bulurken; zamanla Hristiyanlık öğretisinin geliştiricileri,
ilahiyatçılar, hocalar, sıradan insanın teolojik anlatımın katılığı içinde
kavrayamayacağı kavramları imgelere dönüştürmeye başlayacaklardır.
Simgeci zihniyetin Ortaçağlıların düşünme
tarzı üzerinde tuhaf bir etkisi vardı; Ortaçağlılar gerçek süreçleri genetik
bir yoruma göre, bir neden-sonuç zincirine göre yorumluyorlardı. Bir ruhsal
“kısa devre”den, iki şey arasındaki ilişkiyi onların nedensel bağlantılar
zincirini izleyerek aramayıp, ani bir sıçramayla, anlam ve amaç ilişkisi olarak
bulan düşünceden söz edilmiştir. Söz gelimi bu kısa devre, beyaz,kırmızı ve
yeşilin iyi renkler olduğuna, buna karşılık sarı ve siyahın acı ve pişmanlık
anlamına geldiğine karar verir veya beyaz ışığın, ebediyetin,saflığın ve el
değmemişliğin simgesi olarak gösterir. Devekuşu tüylerinin kusursuz eşitliği
birlik fikrini uyandırdığı için adaletin simgesi haline gelir. Bir kez
pelikanın yavrularını gagasıyla göğsünden et parçaları kopararak beslediği
görüşü kabul edildikten sonra, pelikan insanlık için kanını ve ayin için etini
veren İsa’nın simgesi haline gelir. Yalnızca bakire bir kızın yakalayabildiği
ve onun kucağına başını yaslayan unikorn, bu iki niteliğiyle Oğul İsa’nın
simgesi haline gelir, çünkü İsa, Tanrı’nın biricik oğlu olup Meryem tarafından
dünyaya getirilmiştir; bir kez bir simge olarak kabul edildikten sonra
unikorn,devekuşu ve pelikandan bile daha gerçek hale gelir.(krş. Reau 1955,
Çeşitli Yazarlar 1976, de Champeaux-Sterckx 1981)
Şu halde simgesel atfın arkasında belirli
bir uygunluk,şematik bir benzerlik ve temel bir ilişki vardır. Nasıl kırmızı
güller gül açtıkları dikenler arasında olağanüstü görünüyorsa, bakireler ile
din şehitleri de onlara işkence edenlerin ortasında kırmızı güller gibi
olağanüstü bir görünüm sergilerler; bu iki grubun renk(taç yapraklar-kan) ve
zor bir duruma karşı direnç gösterme gibi ortak özellikleri vardır.
Simge
ve simgelenen şey arasında bir bağdaşmazlık vardır.Tanrı’ya ilişkin şeylerin
aslan,ayı,panter gibi birbirinden çok farklı simgelerle gösterilmesi
yerindedir, çünkü yorumcu açısından simgeyi somut ve güdüleyici kılan onun
tuhaflığıdır.
Ortaçağ insanının bir sürekli ilişkiler
oyunu içinde doğadan şeyleri doğaüstü şeylerle birleştirmeye iten, bilinçdışı
bir oran gereksinmesidir. Simgesel bir evrende her şey yerli yerindedir, çünkü
her şey birbirine karşılık gelir, kuralı bozan hiçbir şey yoktur.
Ortaçağlılar simge ve alegori terimlerini
rahatlıkla sanki eşanlamlı terimlermiş gibi kullanırlardı. İamblikhos, simge
terimini, başkalarının alegori olarak adlandırdığı eğitsel ve kuramsal
temsiller için de kullanmaktadır. Ortaçağ da bu kullanımı benimser.Örneğin Dante’nin Araf’ın başında ya da geçit sahnesinde yaptığı gibi açıkça
alegorize etmek yerine. Beatrice veya
Aziz Bernard gibi kişileri ortaya
çıkardığında (bu kişiler gerçek tarihsel kişiler olmalarının ötesinde canlı ve
bireysel figürler olmakla birlikte, bazı somut özellikleri nedeniyle daha üstün
hakikatleri gösteren “tipler” haline gelirler.) alegoriden farklı bir şey görme
eğilimindedirler.
Metafizik
Pansemiosi
Simge fikri
Batı’da Rönesans’la birlikte Hermetik yazıların yaygınlık kazanmasıyla güç
kazanacaktır.Ortaçağ simgesi tanrıya erişme tarzıdır, ama numune ilişkin bir
aydınlanma olmadığı gibi, rasyonel çerçevesinde değil, yalnızca mit
çerçevesinde söylenecek bir hakikati açığa vurmaz. Daha çok, rasyonel söyleme
giriş niteliğindedir ve görevi(simgesel söylemin görevi), eğitsel ve giriş
bilgisi niteliğini ortaya koyduğu anda, kendi yetersizliğini, ardıl bir
rasyonel söylemce doğrulanma gereksinmesi şeklindeki yazgısını açığa vurur.
Ortaçağ’a metafizik simgeciliği en çekici biçimde sunan kişi, Sahte Dionysos’un
izinde giden Johannes Erigena’dır. Ona göre, dünya ilksel ve ebedi nedenleri
aracılığıyla Tanrı’nın yüce bir belirimi olarak belirir; ilksel ve ebedi
nedenler de duyularla algılanabilir güzellikler aracılığıyla kendini gösterir.
Tanrı her varlıkta kendini göstererek, gizemli ve anlaşılmaz iken kendini
görünür ve bilinir kılarak, hayranlık uyandırıcı ve dile getirilemez bir tarzda
yaratır. Öyleyse bizi ilksel nedenlere ve tanrısal kişilere gönderen uçsuz
bucaksız teofanik uyumu fark etmek için gözümüzü dünyanın görünür
güzelliklerine çevirmemiz yeterlidir. Ebedi olanın şeylerde bu kendin açığa
vuruşu, bize metafizik simgecilikten kozmik alegorizme geçerek o şeylerden her
birine eğretileme değerini atfetme olanağı verecektir.
Kutsal
Kitap Alegorizmi
Kutsal kitap, kişiler,nesneler, olaylar
aracılığıyla konuşuyor, çiçekleri, hilkat garibelerini, taşları adlandırıyor,
matematiksel incelikler ortaya koyuyorsa, o taşın, o çiçeğin, o hilkat
garibesinin, o sayının anlamının ne olduğunu geleneksel bilgi birikiminde aramak
gerekecektir.
Ansiklopedi
Alegorizmi
Ansiklopedilerin
hepsinde yinelemeler ve birbirinden aktarmalar vardır. Ve birçoğunun ortaya
çıkış nedeni, olasılıkla yorumbilgisel
araştırmanın in factis alegorileri çözmeye yarayacak bilgiler
gerektirmesidir. Ortaçağlılar için otoritenin balmumundan bir burnu olduğu ve
her ansiklopedist önceki ansiklopedistlerin omuzları üzerindeki cüce olduğu
için, yalnızca anlamları değil, dünya üzerinde yaşayan canlıları da çoğaltmakta
herhangi bir güçlükle karşılaşılmayacak, dünyayı uçsuz bucaksız bir söz edimi
haline getirmeye yarayan varlıklar ve özellikler icat edilecektir.
Evren
Alegorizmi
Evrene
kurmaca ve sıra dışı bir tarzda bakmayı temsil eder.; nasıl göründüğü değil, ne
ima edebileceği önemlidir. Araştırıcı aklın dünyasına karşı kurgulayan
imgelemin dünyası;ikisinin arasında, her biri kendi bağlamında yeterince
kesinlik kazanmış Kutsal Kitap’ın alegorik okunuşu ile şiirsel, hatta dünyevi
alegorilerin açık üretimi.
Sanat
Alegorizmi :Kutsal kitap sentezi aracılığıyla dünya tarihi bir dizi imgeyle
sabitlenir.Alegorik hesaplama kusursuzdur; tüm mimari ,plastik ve anlamsal
öğeler öğretisel iletişime katkıda bulunur.
Alegorik
Everenin Ortadan Kalkması
Bir
zamanlar şeylerin değeri, oldukları şeyden değil imgeledikleri şeyden kaynaklanıyordu;
oysa belli bir noktada, tanrısal yaratının göstergelerin düzenlenmesinden
değil, biçimlerin üretilmesinden oluştuğu fark edilir. Büyük simgesel idealleştirmelerinin yanında,
doğaya yönelik yeni bir duyguyu ve şeylerin dikkatli gözlenmesini görürüz. O
zamana kadar kimse bir üzüm salkımını gerçekten gözlememişti, çünkü salkım her
şeyden önce mistik bir anlam içeriyordu; şimdi ise sütun başlıklarının üzerinde
sarmaşık dalları, filizleri yapraklar,çiçekler görmeye başlarız. Alegorik
anlamı olan figürler aynı zamanda yaşam dolu gerçekçi temsillerdir, her ne
kadar psikolojik bir kişisellik taşımaktan çok “tipik” bir insanlık idealine
yakın olsalar da.
Özetlemek gerekirse; Sanat karşısındaki pratik yaklaşım bir
birleşimden çok belirli yönlerin birbirinden ayırt edilmesini gösterir.
Kutsal sanatın güzelliğini yücelten Klise yazarları, öğretim amacını da ısrarlı vurgular ; Suger’in amacı, sıradan insanların kutsal metinler aracılığıyla kavrayamayacakları şeylerin onlara resimler aracılığıyla öğretilmesi gerektiğini söyleyen 1025 tarihli Arras Ruhani Meclisinin amacıyla aynıdır; dönemin uygarlığını yansıtan başarılı ansiklopedist Autun’lu Honorius resmin üç amacının olduğunu söyler:
Öncelikle resim “Tanrının evini güzelleştirmeye; ikincisi, azizlerin yaşamlarını anımsatmaya ve son olarak, resim “dindışı kesimin edebiyatı olduğundan” eğitim görmemişlerin zevk almasına yarar. Edebiyata gelince, dönemin benimsenin görüşüne göre” öğretmeli ve eğlendirmeli”; “ hem zekanın soyluluğunu hemde hitabetin güzelliğini” sergilemedir. Karolenj entelektüellerinin esteteiği bu temel ilkeye dayanır.
Anımsatılması gereken nokta, bu kavrayışların asla sanatın eğitsel amacını azaltmadığıdır; gerçek şu ki,Ortaçağlı için iki değeri birbirinden ayrı görmek son derece zordur, eleştirel anlayışın eksikliğinden ötürü değil, değerler arasında bir karşıtlık görmediği için Skolastik estetiğin en büyük en büyük sorunlarından birinin, güzelliği metafizik düzeyde öteki değerlerle bütünleştirme olması bir rastlantı değildir.
Güzelliği ve estetiği tek bir kavram halinde değil, diğer anlayışlarla bütünleştirerek anlamlaştırıyorlar. Bunu bir metafizik kuralı olarak görmekteler.
Kutsal sanatın güzelliğini yücelten Klise yazarları, öğretim amacını da ısrarlı vurgular ; Suger’in amacı, sıradan insanların kutsal metinler aracılığıyla kavrayamayacakları şeylerin onlara resimler aracılığıyla öğretilmesi gerektiğini söyleyen 1025 tarihli Arras Ruhani Meclisinin amacıyla aynıdır; dönemin uygarlığını yansıtan başarılı ansiklopedist Autun’lu Honorius resmin üç amacının olduğunu söyler:
Öncelikle resim “Tanrının evini güzelleştirmeye; ikincisi, azizlerin yaşamlarını anımsatmaya ve son olarak, resim “dindışı kesimin edebiyatı olduğundan” eğitim görmemişlerin zevk almasına yarar. Edebiyata gelince, dönemin benimsenin görüşüne göre” öğretmeli ve eğlendirmeli”; “ hem zekanın soyluluğunu hemde hitabetin güzelliğini” sergilemedir. Karolenj entelektüellerinin esteteiği bu temel ilkeye dayanır.
Anımsatılması gereken nokta, bu kavrayışların asla sanatın eğitsel amacını azaltmadığıdır; gerçek şu ki,Ortaçağlı için iki değeri birbirinden ayrı görmek son derece zordur, eleştirel anlayışın eksikliğinden ötürü değil, değerler arasında bir karşıtlık görmediği için Skolastik estetiğin en büyük en büyük sorunlarından birinin, güzelliği metafizik düzeyde öteki değerlerle bütünleştirme olması bir rastlantı değildir.
Güzelliği ve estetiği tek bir kavram halinde değil, diğer anlayışlarla bütünleştirerek anlamlaştırıyorlar. Bunu bir metafizik kuralı olarak görmekteler.
Ortaçağlılar estetik değerin kendi içinde
özerkliklerinin olduğuna inanan insanlardır ve estetik güzelliğin içinde anlam
sıkıştırmış ve bunları açıklamışlardır
2)
Ortaçağ tiyatrosunda yönetmen ve
oyunculuk anlayışını kısaca anlatınız.
YÖNETMEN
Yönetmenin görevi bir yerden diğerine
değişiyordu. Örneğin kuzey İngiltere esnaf birliklerinde her topluluğun başkanı
oyunların yetkin bir biçimde sahnelenmesinden sorumluydu ve faturaları ödeyip
mali işleri yönetirdi. Çoğu kez birlikler kendi içlerinden birini seçerlerdi.
Bazen de birkaç yıl anlaşma ile gösteri başkanı çalıştırılırdı. Gösteri başkanı;
· Oyuncuları
bulur
· Provaları
ayarlar
· Oyun
yapımının her yönünden sorumlu olur
· Gösteri
arabalarının bir yerden bir yere taşınması ve halkı geçit töreni sırasında
denetlemek için adamlar tutardı.
OYUNCULAR
VE OYUNCULUK
· Gösterim
için gereken oyuncu sayısı 5 ile 300 arasında değişirdi.
· Oyuncuların
çoğu yerel toplumdan seçilirdi. Seçimler oyuncuların oyunculuk sınavı yapmaları
sokaklarda gönüllü aramak,isteyenlerin kent yazmanlarına başvurmalarını istemek
şeklinde olurdu.
· Oyuncular
çoğunlukla erkekti
· Oyunculara
rollerinin kabulü için süre verilirdi,kabul ettikten sonra noter tasdikli
sürdürme zorunluluğu olurdu. Prova ve role çıkmaması halinde yaptırım
uygulanırdı.
· Oyunculara
destek olan kurumlar provalarda yiyecek içecek sağlarlardı.Bazı oyunlar çok
uzun sürdüğünden kostümlü prova alınmazdı.
· Hareketsiz
sahnelerde gösteri alanına toplu olarak gidilir varıldığında oyun alanının
etrafında bir kez dönülüp oyuncular mansiyonlardaki yerlerini alırlardı.Çoğu
kez oyuncular ortalıkta durur sıraları geldiğinde öne giderler oyunları bitince
arkaya çekilirlerdi.
· Oyunculukta
ses her şeyden önemliydi(Açık hava)
· Dinsel
oyunlarda tipik olan ezgiyle söylenmenin yerine yöresel oyunlarda günlük
konuşma dili almıştı.
· Karakterlerin
çoğu tipleştiğinden kaliteli oyuncuya gerek duyulmazdı.
· Hakikate
bağlı kalma çabaları oyuncuları zor durumda bıraktığından yerlerinde kuklalar
kullanıldı.
· Oyuncuların
ücretleri oynadıkları role göre değişirdi.
· Oyuncular
birden fazla role çıkabiliyordu.
KAYNAKÇA
·
Oscar G. Brockett, Tiyatro Tarihi
s.69-104
·
Umberto Eco, Ortaçağ Estetiğinde Sanat
ve Güzellik s.95-128
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder